Sri Lanka’lı ilim adamı Din Muhammed hocayla Mülakattan

Sri Lanka’lı Mütefekkir Din Muhammed Hoca ile Rıhle dergisinin yapmış olduğu mülakatın tam metni ve mahiyetine dair anektod başlıklar:

 

-“Batı uygarlığı iflas etti”
-“Gerçek Mütefekkir kendine gündem dayatılamayan kişidir”
-“Demokrasi ‘number game'(sayı oyunu)dur”
-“Ben kimim? Eşya ve hadiseye nasıl bakıyorum?”
-“Zühd, sürekli farkındalık hâli”
-“Ümmet, ben idrakine muhtaç”
-“Tasavvufta tevessüle mutlak iman vardır”
-“Rabıta üzere ‘Allah’ demek, zevken idrak durumu”


Sri Lanka’lı ilim adamı Din Muhammed hocayla…

 Sri Lanka’lı ilim adamı Dîn Muhammed hocayla İslâmî ilimleri, İslam dünyasında yaşanan ilim ve düşünce faaliyetlerini ve tasavvufun rolünü konuştuk. Hiç şüphesiz ufuk açıcı bir söyleşi oldu. Hoca bu günün dünyasına ve bu dünya içinde Müslümanların durumuna dair çok hayatî tesbitler yaptı. Keyifle okuyacağınızı umduğumuz bir söyleşi.

 Geçtiğimiz günlerde Din Muhammed hocanın bir kitabı Türkçeye çevrildi. “Aktüel Manası ve Hakikati Arasında İslam Düşüncesi” adlı eserinde Din Muhammed hoca İslam Düşüncesi kavramını, bu düşüncenin dayandığı kaynakları ve bir düşünceyi İslamî kılan şartlar ve çerçeveyi belirliyor. Kitapla ilgili geniş bilgiyi Dergimizin Kitâbiyât bölümünde okuyabilirsiniz.

 

Ömer Faruk Tokat: Hocam müsaadenizle bu sohbete öteden beri irtibat halinde olduğunuzu bildiğim iki ismi sorarak başlamak istiyorum. Seyyid Hüseyin Nasr ve Seyyid Muhammed Nakib el-Attâs…

 

Din Muhammed: Uygarlık iflas etti ama teknoloji ve mevcut bilimsel diktatörlük insanların bu iflası görmesini engelleyen birer perde. İşte bu modern Batı uygarlığı çöktükten sonra ancak anlayacak insanlar Nakib el-Attas’ın düşüncesini ve söylediklerini… el-Attâs ve öğrencileri, aynı şekilde S. Hüseyin Nasr ve öğrencileri… Bunlar küçük bir grup ama egemen Batılı paradigmayı ve Batı uygarlığını; usulü, epistemolojisi ve sonuçlarıyla çözmüş olan zihinler… Bu uygarlık iflas ettiğinde insanlar bunu farkedecek. Bu, şuan farkedilemiyor çünkü insanlık bir sekret hali yaşıyor… Efendimiz (s.a.v)’in buyurduğu gibi: “İnsanlar uykudadır; öldüklerinde uyanacaklar.” Batı uygarlığı çöktüğünde de insanlar uyanacak, farkedecek ve ayağa kalkacaklar.

 

Bana göre el-Attâs, S. Hüseyin Nasr’dan daha önemli; bize daha fazla şey söylüyor. Nasr, ilmî derinliği, şöhreti, yazdığı onca meseleye rağmen kendisinin Şii olması Sünnî dünyada daha az makes bulmasına sebep oluyor. Biz insanları doğruya yönlendirmekle mükellefiz… Dolayısıyla kalkıp bir Şii’yi Sünnî İslam dünyasına rehber göstermek doğru bir şey olmasa gerektir. Nakîb el-Attâs ise köklü bir sünnî… Ehl-i Sünnet. Kanaatimce İslam felsefesi alanında İngilizce olarak, Nakib el-Attas’ın yazdığı derinlikte, güçte ve ilmîlikte bir kitap yazılmadı. “Prolegomena to the Metaphysics of Islam: An Exposition of the Fundamental Elements of the Worldview of Islam/İslam Metafiziğine Mukaddime: İslam Dünyagörüşünün Temel Dinamiklerinin Anlatımı” adlı kitabından bahsediyorum. Bu kitabın içinde ed-Dîn ve manasıyla ilgili bir bölüm var ki muasır kitapların hiçbirinde bulamayacağınız derinlikte değerlendirme ve tesbitler ihtiva ediyor. el-Attas’ı önemli kılan onun epistemolojik faaliyet alanının merkezinde Kur’ân, Sünnet ve İslam düşünce terakümünün/birikiminin olmasıdır. O, çok temel bir kavramsallaştırma yaparak edep kavramını varoluşsal bir noktaya taşır. Ona göre medeniyetin başarısını ya da başarısızlığını belirleyen bir kavramdır edep… Senin az önce konuşurken değindiğin ilim-edep ilişkisiyle de doğrudan alakalı bir mesele… el-Attâs’a göre asrın sorunu edep kaybıdır. Günümüzde gözlemlenen, İslam ilim ve kültür birikimine karşı bu kalkışmanın, bu hoyrat yaklaşımların sebebi de edep eksikliğidir. İlmî ve kültürel birikimle beraber yürümek ve uzun asırlar boyunca birikmiş İslam düşünce ve medeniyet geleneğine saygı göstermek, edebin gereğidir. Bu, bence de ilmi, fikri ve nazariyeyi ahlakla ilişkilendiren hayatî bir kavramsallaştırmadır. “Prolegomena to the Metaphysics of Islam” kitabının ilk bölümünde ed-Dîn konusunu işlerken de çok önemli tesbitler yapar el-Attâs.

 

Soru: Bu kitap, “İslam ve Sekülerizm” kitabının daha geniş hali mi? Çünkü kitaptan yaptığınız nakillerden anladığımız kadarıyla “İslam ve Sekülerizm”de de benzer konular ele alınıyor.

 

Dîn Muhammed: Hayır, bu tamamıyla farklı bir kitap. Bakın, mütefekkir ya da misyon sahibi bir insan yüz tane de kitap yazsa her kitabında onun ana düşüncelerinin inikâsâtını bulursunuz. Bu da onun temel teorilerinin oturduğuna ve onlar üzerindeki ısrarına delalet eder.

 

Ömer Faruk Tokat: Sünnî dünyanın Nasr’a mesafeli durmasının farklı sebepleri olabilir. Şiiliğinin yanısıra, vahdet-i vücud felsefesinden hareketle “İbrahimî dinlerin” hatta bütün dinlerin ittihadından bahsediyor olması da birçok kesimi kendisine karşı mesafeli kılıyor.

 

Din Muhammed: Hayır, vahdet-i vücudla Seyyid Hüseyin Nasr’ın teorileri farklı şeyler.

 

Ömer Faruk Tokat: Ama Nasr’ın bu konudaki hareket noktalarından biri de vahdet-i vücud değil mi?

 

Din Muhammed: Hayır… Vahdet-i vücuddan, “dinlerin birliği” çıkmaz. Sorun, Perennialism (Philosophia Perennis/Hikmet-i Hâlide/Câvidân-ı Hıred) dedikleri felsefede. Bu felsefeden hareketle bütün dinlerin eşit olduğunu düşünüyorlar. İşte bu, benim Seyyid Hüseyin Nasr’la ayrıştığım tek nokta. Ben bu yaklaşımı bütünüyle reddediyorum. Bu yaklaşımı desteklemek için bazen bazı nassları tevilci ve tahrifçi bir okumaya tâbi tutuyorlar. Bu büyük bir yanlış… Bununla birlikte Nasr’ın bu tür düşüncelerini işin erbabı, ehl-i tahassus için yazdığını da gözardı etmemek gerekir. Fakat Nasr, bu saplantısının yanı sıra genel olarak İslam, İslam’ın bu günkü durumu, modern uygarlık, modern felsefe eleştirileri ve çağdaş düşünce akımlarına ilişkin yazdıkları ve tesbitleri kayıtsız kalınamayacak kadar mühim ve hayatîdir. Yazdıklarında, Şiiliğinin çok belirgin olmadığı görülür. Ben Nasr’ın 11 Eylül olaylarından sonra neşrettiği İslam’la ilgili küçük bir risalesini okudum. Zaten, 11 Eylül olaylarından sonra iki kitabı çıktı: The Heart of Islam ile Islam: Religion, History, and Civilization. Nasr, bu kitapta İmanı anlatıyor. Bildiğiniz üzere imamet ve cihad Şia’da imanın şartlarındandır. Nasr, İmanın şartlarındaki bu iki ilaveyi anlamsız bularak 6 şartın bunları zaten kapsadığını söyler. Normalde bir Şii’nin böyle bir söz söylemesi mümkün değildir. Bunun anlamı şu: İlmî itibarların yanısıra Nasr’ın ihsasının da kabul ettiği üzere İslam’dan bahsediliyorsa onu Şia’dan çok Ehl-i Sünnet temsil eder. Bu durum Nasr’ı akide ve şeriat konusunda cumhura tâbi olmaya sevk ediyor. Ancak daha önce de söylediğimiz üzere Nasr’ın en ciddî açmazı dinlere yaklaşımını belirleyen Perennialist saplantısıdır. Belki Batıda yaşıyor olup Batılılara hitap ediyor olması onu bu saplantıya itmiştir. Ancak ne olursa olsun bunun savunulabilir bir gerekçesi olamaz. Çünkü, Perennialist yaklaşım İslam’ın açıkça reddettiği bir şeydir.

 

Nakib el-Attâs’da ise bu tür arızalar yoktur. Nasr kadar telifi yoktur ama konferanslar konusunda çok faaldir. Geçen yıl Malezya’da bir konferansına katıldım. Yine 3 yıl önce Kuala Lumpur’daki evinde misafir olmuştum. Hayli yaşlanmıştı. Birçok işini yardımcısı vasıtasıyla yapabiliyordu. Yardımcısı da genç araştırmacılardan Dr. Adi Setia… Bilgi felsefesinde uzman ve hocası Nakib el-Attas’ın ilim yolunun takipçisi. el-Attas’ın evinde 3 saat kaldık. Çok verimli bir görüşmeydi. İlerlemiş yaşına rağmen Malezya’da konferanslarına devam ediyor. Her konferansı kitaplaştırılsaydı büyük bir külliyat oluşurdu. Cemaati ve hareketi olmayan İlim adamıyla aktivist arasında şöyle bir fark var. Mesela Seyyid Ebu’l-A’la el-Mevdûdî bir-iki saatlik Cuma hutbeleri irad ederdi. Etbaı olan gençler hemen o hutbeleri kitaplaştırıp çoğaltırlardı. Nitekim Mevdudî merhuma ait kitapların çoğu kitap olarak yazılmamıştır; çoğu, konferansların metinleştirilmesiyle oluşmuştur. el-Attas ise bir cemaat lideri değildir, çalışmalarını finanse eden kişi ya da kurumlar ve etrafında insanlar olmadığı için onun bu konferansları metinleştirilememiştir. Hâlbuki o, İslam toplumlarının kendisiyle iftihar etmesi gereken büyük bir mütefekkirdir. Doğrusu el-Attas’ın “Prolegomena to the Metaphysics of Islam” kitabının Türkçeye tercüme edilmesini çok isterim.

 

Ömer Faruk Tokat: Sizin de bildiğiniz üzere Türkiye’de tercüme çalışmaları hayli yoğun. Çok iyi eserlerin yanısıra çevrilmesi gerekmeyen kitaplar da tercüme edilebiliyor maalesef. Siz Attas ve Nasr haricinde kimin tercüme edilmesini tavsiye edersiniz?

 

Din Muhammed: Çok yeni olmamakla birlikte yeni sayılabilecek bir kitap var. Özelde Türkiyeli Müslümanlar için bu kitabın ufuk açıcı olacağını düşünüyorum. İçinde İbrahim Kalın’ın da bir makalesinin bulunduğu, Amerikalı bir Müslüman olan Joseph E. B. Lumbard’ın edite ettiği “Islam, Fundamentalism, and the Betrayal of Tradition” adlı kitaptan bahsediyorum. Doğrusu İbrahim Kalın’ı bu kitaptaki makalesiyle farkettim. İslam ile Batı arasındaki gergin ilişkileri konu edinen sıkı bir makaleydi. Bu kitabı Türkçeye çevirin. Bu kitapta Ulemanın modernizme karşı duruşunu inceleyen bir makale var. Makale yazarı, Eşref Ali Tehânevî’nin şahsiyeti üzerine yoğunlaşıyor ve oradan konuyla ilgili çözüm tesbitleri istihraç ediyor. Kitabı edite eden Joseph Lumbard ile Kahire’de karşılaştığımda ilaveli yeni baskı yapacağını söylemişti. Kendisi Müslüman ve sufî bir şahsiyet. Kahire’de bir sempozyumdaydık. İkinci gün kalktı ve “Kahire’deki bir Şazelî Tarikatı şeyhine gidiyorum istersen sen de gel” demişti.

 

Ben bu Perennialism felsefesini reddetmeden önce anlamaya çalıştım. Muğlak bir felsefe… Bunu savunanların dahi vâfî bir şerhi yok. Cenevre’de bir sempozyumda şu an Harward Üniversitesi’nde ilahiyat hocası olan Janet Smith adında bir kadınla tanıştım. Kadın, Seyyid Hüseyin Nasr hayranıydı. Nasr için kendi ifadesiyle “İslam düşünce devi” diyordu. Dedim ki “sana katılıyorum ama bu Perennialism mevzusu çok anlamsız.” “Hah işte, benim de problemim bu” dedi. “Ama” dedi, “biz Hıristiyanlar da dinin modernizme ve sekülerizme karşı koyuşu konusunda Nasr’ın yazdıklarından çok yararlanıyoruz.” Fakat bu Perennialism meselesi suyu bulandırıyor. Bence bu felsefenin revaç bulmasının bir sebebi de şu: Modernizm ve sekülerizm bütün imkânlarıyla dinin üzerine çullanıyor. Bunu yaparken dinleri birbirinden ayırmıyor… Dolayısıyla yekvücud bir din cephesi oluşturmak gerekiyor. Dinlerarası çatışma, düşman cephe olan modernizmi ve sekülerizmi güçlendiriyor. İşte bu konjonktür birçok insanı Perennialism felsefesi ya da dinelerarası diyalog gibi saçmalıklara itiyor. Yani stratejik bir konuşlanma olmakla birlikte yine de İslamî açıdan A’sından Z’sine merdud bir durum.

 

İngiliz Anglikan kilisesi, George Town Üniversitesiyle birlikte Nisan ayında Doha’da bir sempozyum düzenledi. Bu sempozyumu her yıl başka bir ülkede düzenliyorlar. Benden de bir tebliğ sunmamı istediler. Konu “Dinlerin Dua ve İbadet Anlayışları” idi. Müzakere sırasında dedim ki “bana göre İslam en sahih dindir. Bir Hristiyan da gerçek Hristiyan’sa kendi diniyle ilgili olarak aynı kanaatte olmalıdır. Çünkü bütün dinlerin eşit olduğuna inanırsam benim Müslümanlığımın ne anlamı kalır? Ben Müslümanım çünkü vahiy ve aklım bana bu dinin en son ve en kâmil din olduğunu söylüyor. Kur’ân, “Allah indinde tek din İslam’dır” diyor. Siz de Hristiyan olarak dininizin en sahih din olduğuna inanıyor olmalısınız. Bana göre yanlış inanıyor olabilirsiniz veya size göre ben hata içinde olabilirim ancak siz bu şekilde iman etmedikçe Hristiyan olamazsınız ve Hristiyanlığınızın bir anlamı olmaz. Aynı şekilde ben de İslam’ın en üstün din olduğunu kabul etmedikçe Müslümanlığımın anlamı kalmaz.

 

Dolayısıyla Karl Barth doğru bir yerde durmaktadır. Her dindar insanın duruşu o şekildedir. Çünkü “her dindar kendi dininin en üstün din olduğuna inanır/inanmalıdır” der. Çay arasında birçoğu yanıma gelip dedi ki “aslında hepimiz böyle düşünüyoruz ama bunu açıklayacak kadar cesur değiliz.”

 

Ömer Faruk Tokat: Muhterem hocam, Rıhle Dergisi bu sayısında İslâmî ilimler, müfredat, epistemoloji, İslamî bilgi usûlü, İlim-Ahlâk-Edep ilişkisi, Din-İlim ilişkisi-marifet, eğitim ve öğretim, edep ahlak, kafa eğitimi, kalp eğitimi, ruh eğitimi, ilim irfan anlayışımız vb. konuları ele alacak. Sizinle bu konular etrafında röportaj yapmak istiyoruz.

 

Din Muhammed: Özellikle Arap dünyasında ilmî seviyenin çok geri olduğunu söylemek abartı olmayacaktır. Bu gün din hakkında konuşan, alkışlanan, halkların kendilerine meyl ettiği, kendilerine âlim denen kişilere, davetçilere bakın… İlim diye ortaya koydukları hususlar bu dinin elif-bâ’sı… Namaz, oruç, hacc, uyandığınızda hangi duayı okuyacaksınız, cin ve şeytandan kendinizi nasıl korursunuz vb. başlangıç seviyesinde meseleleri gündem ediyorlar. Bu bölgede, Din ve dünya işlerine, akide konularına dair felesefî düşünce, ilmî ve fikrî analiz ararsanız neredeyse yok gibidir. Modern dünyayı anlama çabası, ciddî ilmî ve felsefî çözümlemeler üretmek gibi bir ihtiyacın hissedilmediğini mülahaza etmek çok kötü. Körfez ülkeleri zengin olduğu için Arap dünyası üzerinde ciddî bir etkisi var. Doğrusu Körfez toplumlarında dinî düşünce seviyesi mesuliyet düzeyinde değil. Dolayısıyla işimiz zor. Arap toplumlarında fikrî ve modern meselelere kafa yoran kimseler İslam düşüncesinin temel dinamiklerine vakıf olan kişiler değil. Hasan Hanefî, Muhammed Arkoun, Nasr Hâmid Ebu Zeyd, M. Âbid el-Câbirî gibi isimlerin ciddi bir etki alanı var.

 

Ömer Faruk Tokat: Bu ülkelerde egemen olan neo-Selefî anlayışa rağmen bu saydığınız isimler bir tesir alanı oluşturabilmişler mi?

 

Din Muhammed: Bildiğiniz üzere, Neo-Selefilik akla hitap etmez. Dolayısıyla akılla temas kurmak isteyen Arap entellektüeller sahaya indiklerinde az önce saydığımız isimleri karşılarında buluyorlar. Aklı devre dışı bırakmak ve yobazca bir kabalığa tutunmak, birçok insanı bu modernist akımların kucağına itiyor. Denge alanı oluşturabilecek, akla ve vicdana hitap eden, dini ve çağı idrak eden itidal ve istikamet ehli kimseler maalesef bu bölgede çok yok. Bu yüzden ben Arap dünyasıyla ilgili çok ümitvar değilim. Çünkü Arap dünyası özel bir durumu yaşıyor. İslam dünyasının bu bölgesinde bir ayetin ya da bir hadisin manasını anlamak istiyorsanız ya da bir konuyla ilgili fıkhî hükmü bilmek istiyorsanız aradığınızı bulabilirsiniz ama İslam toplumları ve yaşadığı sorunlar, modern uygarlık ve sorunları, etrafımızda cereyan eden hadiseler karşısında nasıl bir tavır takınacağımız vb. sorunlara cevap arıyorsanız sukut-i hayâle uğrarsınız.

 

Ömer Faruk Tokat: Hocam biraz fazla karamsar bir tablo çizmiyor musunuz? Mesela Arapların çok methettiği, hatta “fakihü’l-felsefe” gibi lakaplarla andığı Tâhâ Abdurrahman hoca var… Farklı ülkelerde fıkıh konseyleri, ulema birlikleri vb. çalışmalar var.

 

Din Muhammed: Bakın, karamsarlık İslam’ın ve Müslümanların hususiyetidir. Evet Müslüman daima iyimser olmalı çünkü sonuçta ümidini hiçbir zaman kaybetmeyecektir. Beyne’l-havf ve’r-racâ çizgisi yani. Korku, ümidin aracıdır. Kur’ân bize لا تيئسوا من رحمة الله der. لا تقنطوا من رحمة الله der. Benim söylediğim ise şu: Bu çağın sorunları çok fazla ve bunların üstesinden gelmek çok kolay değil. Öyle gözüküyor ki bu durumu bir dönem daha yaşayacağız. Çünkü her şeyin tersyüz olduğu bir çağda yaşıyoruz.

 

Batı tarihinde kadim felsefe, aydınlanma dönemi felsefesi, modern felsefe gibi dönemlendirmeler var. Bizde böyle bir şey yok. Belki “Müslümanlar şu dönemde şu konuları tartışmışlar” diyebilirsiniz ama İslam felsefesi dediğiniz şey her zaman İslam felsefesidir. Hususiyetleri aynıdır. Aslî hususiyetlerinin değişmesi mümkün değildir; her dönemde aynıdır. Çünkü İslam, vahiy üzerine kurulu bir dindir. İctihadât alanında yapılan ictihaddır dönemden döneme değişiklik gösteren. Yoksa aslî hususiyetler sabit ve yerleşiktir, değişmezdir. Diğer düşünce sistemleri gibi değildir; Hint felsefeleri, Batı felsefeleri, Çin felsefeleri esas itibariyle de beşer ürünü olduğu için ve zamansal ve mekânsal durumlara göre değişiklik gösteren beşer unsuru, bu felsefelerin temel dinamiği olması sebebiyle, dolayısıyla da insanın ve çevresinin, zamansal ve mekânsal durumları değiştikçe düşünce üslupları da değişiklik gösteriyor kaçınılmaz olarak.

 

Mesela sizin soruda işaret ettiğiniz epistemoloji sorunu beşeri sistemlere ve düşüncelere özgüdür. Müslümanın epistemoloji sorunu olamaz. Çünkü Müslüman olarak senin sisteminde epistemoloji açık, mukarrar ve sabittir. İslamî olan her şeyin aslı vahiydir. Bu hususiyet mevcut modern epistemolojik teorilerde ve modern Batı düşüncesinde yoktur. Çünkü çağdaş Batı düşüncesi kendisini vahyi red üzerine kurgulamıştır; vahyin bilgi kaynaklarından bir kaynak olmadığı tezi üzerine konuşlandırmıştır. İslam’ın epistemolojisi Nesefî Akidesi’nde belirtildiği üzeredir. Kanaatimce Nesefî Akidesi ya da Şerhu’l-Akâid’in mukaddimesi İslam’da bilgi felsefesinin hülasası kabul edilmelidir. Hâlbuki çok basit ifadelerdir ama o ifadelerin ayrımına inerseniz üzerinde yüz sene konuşacağınız ve yüz cilt kitap yazacağınız malzeme bulursunuz fakat sonuçta yüz ciltte yazdığınız şeyin hülasası el-Akâidü’n-Nesefiyye’nin o ibarelerinden başka bir şey olmaz. O ibare şudur:

 

حقائق الأشياء ثابتة والعِلْمُ بـِـهـَا مُتَحقـِّـقٌ خلافاً للسوفسطائية. وأسْـبَابُ العِـلْـمِ للخَلْقِ ثَلاثَةٌ: الحَوَاسُّ السَّلِيمَةُ، وَالخَبَرُ الصَّادِقُ، وَالعَقْلُ.

 

Akâidü’n-Nesefiyye daha sonra ilham konusuna temas eder ve onu umumî değil, hususî/sınırlı bilgi kaynağı kabul eder. İslam’da herhangi bir ilmî husus mutlaka buradaki ilkeye/felsefeye bağlı kalmak durumundadır. Çünkü başka bir ilke yoktur. Kalkıp “biz yeni bir epistemoloji geliştiriyoruz” demek çok anlamsızdır. Bunu söyleyen Batılı biriyse itirazımız olmaz. Çünkü onlar sürekli deniyorlar. Her dönemde farklı bir epistemoloji deniyorlar. Birinde başarısız olunca ötekini deniyorlar. İslam ise böyle değil. Ama sorun şu: İslam’ın kavramları ve usulleri genişledi ve Müslümanlar epistemolojik çözümü egemen Batılı paradigma içinde aramaya kalkınca sıkıntıya düştü. İslam’ın belirlediği marife/bilgi kaynaklarını sağlıklı şekilde kullanamıyorlar. İslam’da akıl mutlak özgür değil; vahye tâbidir. Akıl, havâss/duyular aracılığıyla çalışır. Duyular tek başına bilgi üretmez. Batıda rasyonalizme karşı ortaya çıkan sentimentalist (duyucu) ve salt-deneyci deneyimler İslam düşünce sistemi içinde varlık gösteremez. Duyular olmadan akıl bilgiyi nasıl üretecek? Ya da akıl olmadan duyular bilgiyi nasıl üretecektir? Bu yüzden Müslümanlar deneyden, müstakil bir yöntem olarak bahsetmezler; aksine duyuların araçsal tarafına vurgu yaparak onlardan araçlar ya da sebepler olarak bahsederler. Bize göre akıl bile araçtır/sebeptir. Çünkü İslam bilgiyi Allah’a hasreder; Bilginin kaynağı da Allah’ın indindedir. Onu elde etmek ise ya vahiyle, ya akılla ya da akılla birlikte duyularla olur. Müslümanlar, akıldan uzak duyuyu ya da duyudan uzak aklı bilgi kaynağı olarak tasavvur etmez. Yani İslam bu yönüyle tamamıyla özgündür. Batılı zihnin üretip çözdüğü sorunlar, onlardan kiralanan kavramlar ve mefhumlar var ve sen kalkıp kendi sorunlarımızı bu kiralanan kavramlarla çözmeye kalkarsan boşuna uğraşırsın ve bu uğraşın bâtıl bir uğraşı olur. Dolayısıyla, Taha Abdurrahman’ın önerdiği “İslamî Modernizm” kavramı havada kalır. Ayrıca bizim İslam içinde böyle bir kavram inşa etmemize gerek yok. Çünkü İslam’da olan her şey mutlaka Kitap-Sünnet kaynaklı olmalıdır. Bu, her çağ ve zeminde uygulamaya kâbil olan İslam’ın hususiyetidir. Taha Abdurrahman’la görüştüm… Benim hocalık yaptığım Katar Üniversitesine gelmişti. Bence Taha Abdurrahman da modernist ancak o, dinle savaşmayan bir modernizmin peşinde. Ayrıca radikal modernistlerle Müslüman mütefekkirler arasında bir köprü inşa etmeye çalışıyor. Sanki, modernizmi dinî düzleme yaklaştırmak istiyor ki bu merdud bir iş. Evet güzel şeyler de söylüyor ama gerçek mütefekkir, kendisine gündem dayatılamayan kişidir. Egemen gündeme zihnini teslim edersen moderniteyi mutlaklaştırma yanlışlığına düşersin.

 

Ömer Faruk Tokat: Hocam siz İslam dünyasındaki fıkıh konseylerini nasıl değerlendiriyorsunuz?

 

Din Muhammed: Biz bir tek ümmetiz ve tek dinimiz var. Ben İslam dünyasındaki fıkıh konseylerini anlamakta güçlük çekiyorum. Çünkü biz sadece bir tane fıkıh konseyine muhtacız. Zira, mesela Cidde’deki Fıkıh konseyinin Suud kralının istemediği bir fıkhî karar alması mümkün değil. Mısır’daki fıkıh konseyi de aynı şekilde… Bulundukları ülkelerin yönetimlerinin istemediği fıkhî kararları çıkaramıyorlar.

 

Ömer Faruk Tokat: Hindistan Fıkıh konseyi?

 

Din Muhammed: Çünkü Hindistan Müslüman bir devlet değil ve bu yüzden Müslümanların bu tür işlerine pek karışmıyor. Bu yüzden Hindistan Fıkıh Konseyi’nin fetvaları kanaatimce diğerlerinden daha sağlıklı. Çünkü onların “sultanı/kıralı” hoşnut etme gibi bir dertleri yok. Ancak bu insanlar fakir olduğu için bazı çalışmalarını Suud ve Körfez ülkelerindeki kimi kurum ve kişilere finanse ettiriyorlar. Bu da onların bazı konularda ihtiyatlı davranmasını gerektiriyor. Yani “sana karşı konuşmuyorum en azından susuyorum” tavrı zaman zaman gözlemlenebiliyor.

 

Ömer Faruk Tokat: Hocam ayrıca “İslamî epistemoloji” kavramını da konuşalım isterseniz.

 

Din Muhammed: Bakın benim bu tür hususlarda şöyle bir temel yaklaşımımım var: aynı muhteva ile Kur’ân-ı Kerim’in diline çeviremediğimiz herhangi bir kavram İslamî bir kavram olamaz.

 

Ömer Faruk Tokat: “İslam düşüncesi/fikir” sizin bu ölçünüze uyuyor mu? Çünkü biz İslam İlim ve Kültür tarihinde fakih, mütekellim, filozof vb. nitelemelerle karşılaşıyoruz ama mütefekkir yok.

 

Din Muhammed: Çünkü o zaman mesela fakih, aynı zamanda mütefekkirdi. Fakih müctehiddir, mütefekkirdir. Fikr, Kur’ânî bir kavramdır. Yani Kur’ân bazı ayetlerinde, insanı fikrî ve zihnî faaliyete çağırır ama bunun usul çerçevesi içinde yani vahiy ve akıl dairesi içinde yapılmasını ister… Fakat şimdi çok yaygın, hatta tartışılmaz olarak görülen demokrasi kavramına bakın. Hâlbuki demokrasi bir saçmalıktır. Ben bunu 2009 yılında Amerika’da Wisconsin Üniversitesinde verdiğim “Demokrasi ve İslam” başlıklı konferansımda da söyledim. Dinleyenler üniversitenin öğrenci ve hocalarıydı. Demokrasi şirktir dedim. Birçok aydın ve entelektüel demokrasinin İslam’a uygun olduğunu söylemeye çalışır ve hatta şûrâ ilkesini demokrasiye indirgeme gayretkeşliği içine girer. Hâlbuki şûrâ ile demokrasi arasında hiçbir ilişki yoktur. Çünkü demokrasi bir kavram, bir anlayış ve bir felsefe olarak, İslam’la asla uyuşmaz. Demokrasi halka karar verme hakkı verir, İslam ise vermez. Mesele bu gün Türkiye’de halkın çoğunluğu içkinin caiz olmasını istese, bu talep demokrasiye göre meşrudur ama İslam’a göre asla. Nitekim bu gün bazı toplumlarda, demokrasi adına eşcinsellik meşru görülüyor ve eşcinsel evlilikler yapılıyor. İslam’ın böyle bir şeyi kabul etmesini tasavvur edebilir misiniz? Çünkü İslam’da yasama hakkı yalnızca Allah’a ve -mecazî anlamda- Allah Rasûlü’ne aittir ve parlamento dediğimiz kurum tartışmasız olan bu esas çerçevesinde hareket eder. Yani parlamentonun vazifesi bu esası uygulamak ve hakkında nass bulunmayan yeni meseleleri bu esas (Kur’ân ve Sünnet) çerçevesi içinde çözmektir. Yani parlamentonun hakiki anlamıyla yasama yetkisi yoktur. İctihad bile, bir meselede Allah’ın hükmünü anlama çabası demektir… Bir sorunla ilgili Kur’ân ve Sünnet’in tavrını gücümüz nisbetinde ve bize verilen kudretle tesbit etme çabasıdır. Yoksa asli anlamıyla bir yasama faaliyeti değildir. Hatta Rasûlullâh Efendimiz’in bile yasama hakkı hakiki anlamda değildir; Biricik yasama mercii Allah Sübhânehû’dür. Halkın %99’u dinde kesinlik ifade eden bir meseleye muhalefet etse ve sadece % bir o meseleyi desteklese biz sadece o %1’in hakk üzere olduğunu ikrar ederiz. Çünkü bu durumda sadece o %1 Kur’an ve Sünnet’in kesin ahkâmına uygun hareket etmiştir. Ama demokrasi böyle yapmaz. İnsan özgürlüklerine ve seçimlerine saygı duymak gibi şeylerden bahseder. Hâlbuki İslam’a göre insan kafasına göre bir hayat tarzı seçemez; seçtiği o tarzın Kur’ân ve Sünnet’e muhalif ya da muvafık olması belirleyicidir. Demokrasi ve İslam arasında bu ihtilaflar ve kabuller varken siz Arapça’da demokrasi kelimesini karşılayan bir kelime bulabilir misiniz? Arapçada da “demokrasi” deniyor. Şûrâ ise demokrasiyle ilgisi olmayan bir kavram. Şûrâ, ilim ve fikir erbabıyla, ehlü’l-halli ve’l-akd, ehlü’r-ra’yi ve’l-fıkh ile istişare etmek demektir. Demokrasi bu mudur? Demokrasi “number game (sayı oyunu)”dur. 51’in karşısında 49… Bunun İslam’la bir ilgisi olamaz.

 

Şöyle bir mesele var: Diktatör düzenlerle yönetilen birçok Müslüman toplumda, bu baskıcı ve zorba yönetimlerden kurtulmak için geçici bir çözüm olarak demokrasi bir ara çözüm olabilir. Bu başka bir mesele… Bunun böyle olması demokrasinin, İslam’a uygun olduğunu göstermez. Bu yüzden demokrasiyi Arapçaya çeviremiyorsunuz. Rasûlullah (s.a.v),

 

“Ben sizi, gecesi de gündüzü gibi aydınlık beyaz bir yol üzere bıraktım. Bu yoldan ancak helâk olanlar sapar.” Yani bizde muğlak hiçbir şey yoktur; her şey açık ve nettir. Aslında mesele kolay ama bizim dışımızdakiler zorlaştırdığı için biz de zorlaştırıyoruz. Yani kâfirleri taklit etme hastalığı bu… Onlar epistemoloji problemini konuşuyorlar… Doğru… Bu onlar için çok girift bir mesele ama kalkıp biz de epistemolojik krizden falan bahsediyoruz. Bu taklit ve teşebbüh hastalığı bizi öyle bir sarmalamış ki “epistemoloji” kavramını kullanmaktan zevk alıyoruz. Merdud bir kompleks hali yani. Marife, Masâdiru’l-marife, vesâilü’l-marife demekten imtina eder olduk… Nedense epistemoloji bize daha cazip geliyor. Bizi her tarafımızdan sarmalamış olan bu aşağılık kompleksinden kurtulmamız lazım. Yani İslam dünyasında her şey ters yüz olmuş durumda. Mesela şimdi bir sorun hakkında düşünülüp çözüm arama faaliyetine girişildiğinde ne yapılıyor? Bir çözüm buluyoruz ve sonra bulduğumuz bu çözümü Kur’ân ve Sünnet’e onaylatmaya götürüyoruz; Kur’ân ve Sünnet o çözümü onaylamazsa nassın tarihsel olduğu vb. tezler ileri sürerek onu değiştirme teşebbüsünde bulunuyoruz. Hâlbuki öncelikle Kur’ân ve Sünnet’ten hareket etmek gerekiyor. İslam ve onun peygamberi, nefislerimizi Kur’ân ve Sünnet’in kabullerine göre şekillendirmemiz için gönderildi. Yoksa Kur’ân ve Sünnet’i kendi kabullerimiz doğrultusunda şekillendirmek için değil… Ama modern zihin, vahye ve peygambere muhtaç değilmişçesine hareket ediyor. Bu tersyüz olmuş durumu ıslah için öncelikle zihinlerimizi Batı etkisinden kurtarmamız gerekiyor. Çünkü Batı, kültürümüz ve düşüncemiz üzerinde çok fazla egemen. Kendi gelenek ve kültürlerini muhafaza etmeye çalışan toplumlar bile fikrî açıdan, Batı felsefesi ve düşünce ekollerinin etkisi doğrultusunda varlık gösterebiliyor. Öncelikle bu kirli bilgi egemenliğinden kurtulmamız gerekiyor. Nereye gidilecekse gidilsin mutlaka Kitap ve Sünnet’ten hareket etmeye insanları alıştırmamız lazım. Bu ise senin soruda ifade ettiğin ruh terbiyesi ile mümkün. Dolayısıyla İslam dünyasında ruh terbiyesini gözardı eden bütün ıslah projeleri başarısız olmaya mahkûm olacaktır. Yaşadığımız sorunlardan ve krizlerden ancak ruh terbiyesi/eğitimi ile yani tasavvufla kurtulabiliriz. Tasavvuf ise başından sonuna edeptir. Allah’la ilişkilerde edep… Allah’la ilişkileri edep çizgisi üzerine oturan insanın mahlûkatla ilişkisi de aynı çizgi üzerine oturur. Tasavvuf, hayatın tüm alanlarına dair bir ahlak manzumesidir. Seninle ilişkilerimdeki edebim, mutlaka Allah’la olan edebimden kaynaklanmalıdır. Ruh eğitimi modern İslamcı söylem içinde bütünüyle terkedilmiş bir alandır. Modern İslamcı ideologlar ve söylem sahipleri eğitimin her türüyle ilgili bir şeyler önerirler ancak bizim için varoluşsal önemi haiz ruh eğitimiyle ilgili hiçbir öneride bulunmazlar. Bu gün yaşadığımız bu tersyüz oluşlar ve krizlerin başladığı zamanla, modern İslamcıların tasavvufla savaşmaya başladıkları zaman arasındaki paralelliğin tesadüfî olduğunu kim iddia edebilir? Yani tasavvufa savaş açıldığı andan itibaren her alanda kriz yaşamaya başladık. Bizim için hayatî ehemmiyeti haiz olan edep ve ahlakı kaybettik. Mesela bundan yüz sene önce İslam toplumlarında böylesine, yüzlerce İslamî cemaat ve hareket yoktu. Ruh eğitim merkezleri olarak tarikatlar vardı. O zaman bütün İslam toplumları âdâb ve ahlâk ilkelerine sıkı sıkıya bağlı idiler. En azından şu an yaşadığımız durumdan daha sağlıklı bir durumu yaşıyorlardı. Bu gün davet alanında bunca imkâna, bütün medya araçlarına ve davetle ilgili kolaylaştırmalara ve onca davet faaliyetine rağmen vâkı bize, toplumların ahlâkî çöküşe doğru hızla sürüklendiğini söylüyor. İslamî hareketler bile siyasî partiler gibi çalışıyor; hedeflerine ulaşmak için yeri geldiğinde haramlar alanına girmekten imtina etmiyorlar. Bu yüzden ruh eğitiminin, varoluşsal hareket noktamız olması gerekiyor. Çünkü insan Allah’la ilişkisini ve Allah karşısındaki konumunu ruh eğitimiyle sahihleştirebiliyor. Sûfîlere “tarikatın başı nedir?” diye sorduğunuzda size “yolun başı tevbedir” diyeceklerdir. Yani işe tevbe ile başlanıyor. Tevbe ne demek? Tevbe öncelikle nefsi ıslah etmek ve Allah Sübhânehû ve Teâlâ ile barışmak demektir. Tevbe ile işe başlayan kişinin nihâî hedefi –sûfîlerin ifadesiyle, nihâî makam- rızadır… Allah Teâlâ’nın rızası. Sıdk, ihlas vd. aşamalar orta menzillerdir. Esas hedef, Allah Teâlâ’nın rızası. Dolayısıyla insan bu hasleti –Allah’ın rızasına ulaşma hedefini- tahakkuk ettirebilirse, vardığı o makamda artık o kişi münafıklık yapmayacaktır, yalan söylemeyecektir, aldatmayacaktır vs. Bütün ahlâkî erdemleri kuşanacaktır.

 

Ruh terbiyesi insanın kendine güvenini sağlayan en hayatî eğitimdir. Çünkü ruh terbiyesi, insanı Rabb’ine bağlar. Dolayısıyla ruh terbiyesiyle Rabb’ine bağlanmış kişi hiçbir şeyden korkmaz. Çünkü o kimse Allah’tan başkasının rızasını istemez. Şimdi insanlar Batıya gidiyor ve orada mücamele yapıyorlar ya da doğuya gidip mücamele yapıyorlar. Yani kişinin, Allah’ın rızasını arkaya atması gibi bir tehlikeli konum. Yani insanın kendine güven hissetmesi için büyü falan gerekmiyor. Mesele çok açık: Ruh terbiyesi. Geçmiş âlimlerimiz bunca işi nasıl yapmışlar? Bizim ne eksiğimiz var? Çünkü dünyadaki konuşlanışımız sorunlu.

 

İslam dünyasında yaşanan ilmî ve epistemolojik sorunun temelinde bence ulema sorunu var. Latin atasözünde işaret edildiği üzere, “Corruptio optimi pessima”. Şöyle tercüme edebiliriz: “En iyinin yozlaşması, olabilecek en kötü şeydir.” Bütün toplumlarda “en iyi”, ulema ve mütefekkir sınıfıdır. Çünkü insanları onlar yönlendirirler. Dolayısıyla onlar bozulduğunda her şey bozuluyor. Nitekim Rasûlullâh (s.a.v) de, “İnsanlardan iki sınıf düzelirse insanlar da düzelir ama bu iki sınıf bozulduğunda insanlar da bozulur. Bunlar: ulema ve ümeradır” buyurur. Niçin böyle bir yozlaşmaya tanık oluyoruz? Çünkü âlim – istisnaları bir tarafa bırakılırsa- şöhret ve zenginlik peşinde… Önündeki kalabalıklara bakıyor ve onları razı etmeye çalışıyor… Âlemlerin Rabbi’ni razı etmeyi unutuyor. Bu yüzden Kitap ve Sünnet aracılığıyla iman ettiği şeyi söylemiyor aksine kendisini seven ya da sevmeyen insanlara göre bir tavır belirliyor. Âlim, Allah’ı razı etme endişesi içinde olmalı… Durumları, şartları, yöneticiyi, kamuoyunu vs. razı etme peşinde olmamalı. Bu sebeple, -az önce de söyledim- Fıkıh konseyleri bidattir. Çünkü her konseye içinde kurulduğu devlet hükmediyor ve bu yüzden konsey, devletin zıddına fetva isdar edemiyor. Suud’daki konsey, Suud hükümetinin; Kuveyt’teki konsey, Kuveyt devletinin, Mısır’daki konsey, Mısır anayasasının zıddına fetva yayınlayamıyor. Hâlbuki biz bir tek Ümmet olarak, tek Kur’ân’a ve tek misyona inanan insanlar olarak bütün İslam toplumlarını temsil eden ve hiçbir beşerî gücün kendisi üzerinde egemenlik kuramadığı bir tek konseye ihtiyacımız var. Benim bu fıkıh konseylerine üye hoca arkadaşlarım var. Mesela Suud devleti bir şey istiyorsa bunun aksine bir konum belirleyemiyorlar. Çünkü konsey üyeliğini kaybetmek istemiyor… Bedava umre hakkından mahrum olmak istemiyor. İşte “En iyinin yozlaşması” dediğimiz şey bu. “Zelletü’l-âlimi zelletü’l-âlem (âlimin ayağı kayarsa, âlemin ayağı kayar)”. Bu gün yaşanan bu… Niçin? Çünkü ilimle amel arasında tefrika oluşturuldu. İlim tarihimizde, mesela bir âlimden daha fazla bilgisi olan başka bir âlim olurdu ama o zaman ilmi takva ile bağlarlardı. Fetva ve Takva kavramları birbiriyle çok irtibatlı kavramlardı. Mesela birini şeyhülislam seçiyorlar… fakat belki ondan daha bilgili başka âlimler var… Bu makam için sadece ilim değil; başka erdemler de gözetiliyordu ki ahlâk ve sülûk bunların başındadır.

 

Ömer Faruk Tokat: Hocam söz buraya gelmişken İslam’da ilmin hedefini de konuşsak… Son zamanlarda hususen akademik ortamlarda “ilim, ilim içindir” gibi bir anlayış peyda oldu. Siz bu konuda neler söylemek istersiniz?

 

Din Muhammed: Bu bir bidat… Bu saçma bir yaklaşım. İslam’da “ilim, ilim içindir” gibi bir yaklaşım yok. Bu seküler bir yaklaşım. Aksine ilim, amel için, ıslah için ve te’dîb içindir. Kısacası ilim ahlâk içindir. İlim daima ahlâkî boyutla ilişkili olmalıdır. Hz. Rasûlullâh (s.a.v) “Ben sadece mekârim-i ahlâkı tamamlamak için gönderildim” buyurur. Allah Teâlâ, Âl-i İmrân 18’de, “Allah, kendisinden başka ilah olmadığına şahiddir. Melekler ve ilim sahipleri de adaletle şahiddir (ki O’ndan başka ilah yoktur. O), azizdir, hâkimdir” buyuruyor. Allah’a iman ilimle başlıyor. İmandan sonra Kur’ân ve Rasûl, “Kim Allah’a ve âhiret gününe iman ediyorsa şöyle yapsın” kalıbında defalarca mekârim-i ahlâkı tavsiye ediyor. İlim tek başına erdem ifade etmez; amelle irtibatlı olmadıkça ve maksadı amel olmadıkça… Allah Teâlâ, Fâtır 28’de, “Kulları içinde Allah’tan ancak âlimler korkar” buyurarak ilmi temel meseleye bağlamıştır. Bundan dolayı fetva hep takva ile birliktedir. Kadim ulema takvası olmayanın fetvasına itibar etmezdi. Bu yüzden salah, fazilet, takva ve ilim sahibi birinin küçük yanlışlıklarını gördüklerinde şu hadisle –zayıf olmakla birlikte sahih varyantları vardır- amel ederlerdi: “Fazilet erbabı kimselerin küçük hatalarını müsamaha ile karşılayın.” Yani toplum içinde ilim ve faziletleri sebebiyle saygı duyulan kimseler kastediliyor. Mesela Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi büyük bir âlim… Şanı, şerefi ve şöhreti malum. Onun bir küçük hatasını gördüğünüzde onu insanlara yaymayın. Çünkü, bunu yayarsanız insanlar böyle değerli bir şahsiyet hakkında olumsuz şeyler düşünür. Yani insanın hissî ve ahlâkî boyutu gözetilirdi. Yoksa “Fazilet erbabı kimselerin küçük hatalarını müsamaha ile karşılayın” denmezdi. Bu günse tam paradoksal bir yerde duruluyor. el-Hikem sahibi İbn Atâullah İskenderî der ki: “Gönül kırıklığı ve pişmanlık getiren nice günah; kibir ve gurura sebep olan nice taattan hayırlıdır.” Bu anlayıştan, tasavvuftaki Melâmetiyye ortaya çıkmıştır. Sûfîliğin üzerine kurulduğu nefis mücahedesi, bütün ıslah projelerinin sahih başlangıç noktası olmalıdır. Yoksa bu çağda olduğu gibi olur; İslam dünyasında Cemalüddin Efgânî ve Muhammed Abduh’dan bu tarafa, yani yaklaşık yüz seneden beri ıslah projeleri üretiliyor/yürütülüyor. Yüz senede bir arpa boyu mesafe katedilebildi mi? Yüz yıldır ıslah kelimesini ağzımızdan düşürmüyoruz… Bir milim ilerlemek bir tarafa, yüzlerce mil geri gittik. Çünkü modern dönemdeki bu ıslah projesinin ilham kaynağı Batıydı. Yani Batı bizi yönlendirdi ve biz bunun farkında olmadık, hala da değiliz. Dolayısıyla bir ıslah projesi yürütülecekse öncelikle İslam toplumlarına dinini, tarihini, medeniyetini ve geleneğinin gücünü farkettirmek lazım. Gelenek denilerek küçümsenen o ilmî ve kültürel miras, geçmiş Müslümanların hayatlarını ve kurdukları medeniyeti insanların bilebilmesi ve Müslümanların özgüven kazanabilmesi için çok önemlidir. Bu mirası ve birikimi bilmez ve takdir edemezseniz Avrupa’ya gidip yalan söylersiniz… Mesala “İslam ve Hıristiyanlık çok farklı dinler değildir” gibi talihsiz sözler edersiniz. Doha’da bir diyalog toplantısındaydım. “Diyalog Hristiyan, Yahudi ve Müslümanlar arasında mümkündür” deyip duruyorlardı. Onlara dedim ki: “Siz şu anda tuhaf bir dil kullanıyorsunuz. Yahudi ve Hıristiyanların durumu faklıdır… Onların hususî bir durumu vardır” gibi laflar ediyorsunuz. Diyalog toplantılarının çerçevesi genişleyip işin içine Budist ve Hindular da dâhil olunca nasıl bir dil kullanacaksınız? Ne diyeceksiniz? Budist ve Hindulara “Siz Hıristiyan ve Yahudilerden daha aşağı bir kasttasınız” mı diyeceksiniz? “Yahudi ve Hristiyanların bizdeki yeri farklı, zira onlar Ehl-i Kitap… Sizse ey Budist ve Hindular sizin yeriniz ise şöyle böyle” şeklindeki dili bırakın. Dürüst olun. Kur’ân, Yahudi ve Hıristiyanları da “küffâr/kâfirler” olarak niteliyor… Mâide 73’a bakın: “Allah, üçün üçüncüsüdür” diyenler elbette kâfir olmuşlardır” buyuruluyor. Yani onların Ehl-i Kitap olması, müşrik ve kâfir olmalarını engellemiyor. Müslüman, her zaman doğruyu söylemelidir. Bazen pazarın sana açık olmadığını görürsün… Senin söyleyeceklerinin piyasa şartların uymadığını farkedersin… Bilirsin ki insanların çoğu senin sözlerini tasdik etmeyecektir. Bütün bu şartların rağmına iman ettiğin ve inandığın şeyleri olduğu gibi aktarman gerekir. Nasr der ki: “Hakk sözün tesirini basit görme”… Hiç kimse kulak asmasa bile sen hak sözü söylemeye devam edeceksin. Çünkü hak sözün kendine özgü bir gücü vardır ki bu gün işlemezse bile yarın mutlaka işleyecektir. Dolayısıyla münafıklık yapmayacaksın ve doğru bildiğini söyleyeceksin. Bunu yapabilmek, bu ruh halini ve güvenini yakalayabilmek, az önce sûfîlerin nihai hedefi olarak temas ettiğimiz “Allah’ı razı etme” makamına ermeğe bağlıdır. Yalnızca Allah’ın rızasını gözetmeyi öğrenen, başkalarını razı etmek gibi bir derdi olmayan kimse ancak, bireysel ve toplumsal devrim yapabilir. Doğrusu, değişim için değişim İslam’da matlûb bir şey değildir. Modern dönemde şu ayet anlam mecrasının dışında kullanılıyor… Herkesin dilinde olan Ra’d 11 âyetini kastediyorum: “Allah bir kavme verdiğini, o kavim kendisini bozup değiştirmedikçe değiştirmez.” Yani Kur’ân diyor ki: Siz şu an iyi bir durumdasınız. Siz kendinizi değiştirmedikçe, Allah’la olan konumunuzu değiştirmedikçe Allah sizi değiştirmez… Yani şu an içinde bulunduğunuz nimeti sizden almaz.” Ama şimdi şöyle anlaşılıyor: “Evet kendimizi değiştirmeliyiz ki Allah bir değişimi bize lütfetsin.” Böyle anlıyorlar. Nakib el-Attas diyor ki: Bu âyet şunu demek istiyor: Sen Akide ve Şeriat yolu üzerinde yürümeye devam et. Değiştiğin anda Allah da değiştirir. Allah bir kavimdeki nimetleri, istikrarı ve erdemleri değiştirmez onlar kendilerini değiştirmedikçe… Sen şu anda Müslümansın ve Allah Teâlâ sana ikramda bulunuyor. Ya da şöyle diyelim. Hz. Rasûlullâh mevcut… Sahâbe mevcut… Her şey yolunda devam ediyor. Ancak Müslümanlar imanın iktiza alanından yavaş yavaş çıkmaya başladıklarında, bu çıkış oranında vakıada da bir değişim oluyor.

 

Ama şu an bu ayetten hareketle deniyor ki: “Kendinizi değiştirin, ta ki Allah durumumuzu değiştirsin.” Hayır, içinde yaşadığımız değişiklik, bu kötü durum, bizim değişmemiz sebebiyledir. Dolayısıyla şu an tekrar o asla dönmemiz gerekir.

 

İnsanımıza tarihimizi, medeniyetimizi ve geleneğimizi, özellikle de ulemamızı tanıtmamız ve öğretmemiz gerekiyor. Ama bu gün duruma bakıyorsunuz, İslam dünyasında Selefî ve Vehhâbî hareketler peyda oldu. Sanki bütün işleri ulemayı küçük görmek ve basite almak. Yani tarihin üzerine sıçrayıp oradan, insanların kalbinde ulemayı saygın kılan ne varsa silip atmak istiyorlar. Evet modernistler de aynısını yapıyor ama neo-selefîler bunu Kitap ve Sünnet adına yaptıkları için tehlike arzediyor.

 

İkinci olarak insanımıza Allah’a itibar edip onun dışında hiçbir şeye itibar etmemeyi öğretmek gerekiyor. Bu da insana mütemadiyen âhireti hatırlatmayı gerekli kılıyor. Âhireti hatırlamak insanı istikamet üzere tutar. Bakın, Hz. Peygamber Efendimiz hepimiz için bir önder ve model. Allah Teâlâ, Ahzâb 21’de “Andolsun Allah’ın Elçisinde sizin için Allah’a ve ahiret gününe kavuşmaya inanan ve Allah’ı çok anan kimseler için, (uyulacak) en güzel bir örnek vardır.” Bu unsurlar oluşmadığında kişinin imanının ve amelinin faydası olmaz. Âhiret tefekkürü, Allah’a iman ve Allah’ı çok anarak O’nu razı etme hırsı/çabası insanı kâmil Müslüman kılıyor… Şartlar ne olursa olsun doğruyu söyleme hasletini insana kazandırıyor. Hakk uğruna baskı ve işkence gören hatta katledilen âlimler nerde, bu günkü ulemamız nerede… Günümüzde Arap ülkelerinde bazen şahit oluyoruz… Bir devlet başkanı bir âlimle bir konuyu istişare etmek istiyor. Başkan, hocanın söyleyeceklerini dinlemeye hazır olduğu halde bazen hocamız başkanın ne istediğini kestirmek için onun gözlerine bakıyor ve duruma uygun bir fetva veriyor… Hatta bazen başkan bunu istemediği halde o ortama göre fetvasını veriyor. Maalesef bu gün hepsi olmasa da ulema dediğimiz kimselerin cumhuru bu şekilde davranıyor… Sizdeki ilahiyatçı hocaları da biliyorum… Onlar da çok farklı değil. İşte islam dünyasının ve Müslüman toplumların ifsad sebebi de bu durum. Bu yüzden parçacı ıslah projeleri para ve enerji kaybından başka bir sonuç getirmeyecektir. Gerçek ıslah projesi, işe iman ve kalp ıslahından başlamalı ve Müslümanın hayata bakışını tashih etmeyi hedeflemelidir. Bu gün gerçek çatışma İslamî bakış açısıyla seküler bakış açısı arasında cereyan etmektedir. İslamî bakış açıcı vahiy ve âhiret üzerine kuruluyken seküler bakış açısı dünya ve çıkarlar üzerine kuruludur. İnsanlar çoğunlukla iyi niyetle yola çıkıp bir takım faaliyetler yapıyorlar ama bakış açısı problemi sebebiyle yani gayr-i İslamî zihniyetle yapıldığı için bu faaliyetler akim kalıyor… Bereketi olmuyor. Hâlbuki zihniyetlerinin İslamî olduğunu düşünüyorlar. Bu yüzden günümüz mütefekkirleri ve samimi Müslümanların, İslamî zihniyeti ve Müslümanca düşünme biçimini insanlara açıklamaları ve öğretmeleri gerekiyor.

 

Ömer Faruk Tokat: Hocam, tasavvuf, zühd ve âhiret merkezli bir hayat algısını öneriyorsunuz. Diğer taraftan “İslam Medeniyeti” denilen bir vakıa var. Zühd ve uygarlık… Birbiriyle çelişen şeyler değil mi bunlar? Zira zühd dünyadan el etek çekmek anlamında iken uygarlığın olabildiğince dünyevi bir karşılığı var. Tarihte şahit olduğumuz İslam Medeniyeti bir tür dünyevileşme midir?

 

Din Muhammed: Medeniyet, dünyevileşmek anlamına gelmez. Medeniyet toplumun kazanımlarından ve hareketinden meydana gelir. Mesela biz “Müslümanların Medeniyeti” dediğimizde Müslümanların bu hayattaki uğraşları sonucu ortaya çıkan ilmî, entelektüel, sanatsal, eğitim ve öğretimle, sağlık ve teknikle ilgili hâsıladan bahsediyoruz. Bu ise çok tabii bir durum. Yani burada “medeniyet karşısında konumumuz ne olmalı?” sorusu çok anlamlı değil. Çünkü medeniyet tabii bir durumdur. Medeniyet, bu Ümmet’in yaşadığının göstergesidir. Müslüman toplumlarını var olduğunun göstergesidir. Tabii ki medeniyet dediğimiz şeyin içinde de helal-haram dengesi var. Mesela modern uygarlık içinde bilim birçok konuda gelişme gösterdi… Tıp alanında daha önce bilinmeyen gelişmeler oldu. Bir şeyi yapmaya kadir olmam, o şeyi yapmam için tek meşru gerekçem olabilir mi? İşte burada helal-haram devreye giriyor. Mesela bu gün gelinden noktada klonlama mümkün. Klonlama yapma gücüne sahip olmam onu gerçekleştirmem için yeterli meşru gerekçe olabilir mi? Müslüman yaptığı her şeyde o şeyin hedefine bakar; ahlâkî, ruhî ve nefsî boyutlarını gözetir ve bundan sonra o şeyi yapmanın caiz olup olmadığına karar verir. Mesela bu gün Müslümanlar mevcut uygarlığın ve teknolojinin sahipleri olsalar ben âlimlerin klonlamaya cevaz vereceğini düşünmüyorum. Ama Batı dünyasında senin bir sorunda değindiğin gibi “ilim, ilim içindir” anlayışı hâkim olduğu için, işin âhlâkî ve terbevî cihetlerini dikkate almaksızın, dileyen klonlama yapabiliyor. Dolayısıyla Müslümanın medeniyetiyle Batılının uygarlığı farklılık arzediyor. Çünkü medeniyet, nihayetinde benim cühdümün sonucu olduğu için benim tabiatımı gösteren, şahsiyetimle ilgili bilgi veren bir şey. Ben kimim ve eşya u hadiseye nasıl bakıyorum? Medeniyet, bunları gösterir. Ayrıca medeniyet kaçınılmaz bir şey.

 

Tasavvuf ile medeniyet arasındaki ilişkiyi şöyle kuruyoruz: Tasavvuf, medeniyetin istikametini sağlıyor. Medeniyetin içindeki insanın, Allah’ın haram kıldığı alanda hareket etmesini ve o alana girmesini engelliyor. Ayrıca bu insanın ulaştığı medenî, ilmî ve teknolojik kazanımların hepsinin insanlığın yararına olmasını sağlıyor. Buluşlarının ve kazanımlarının Allah’ı, âhireti, ahlâkı ve bu dünyadaki sorumluğunu hatırlatan bir form ve muhtevada olmasını sağlıyor.

 

Mümin, bu dünyada neler yapmakla mükelleftir? Çünkü Müslümanca bakış açısına göre bu dünya bir istasyon. Dolayısıyla tren beklemek için istasyona ev yapmak zorunlu bir şey değil. Dolayısıyla tasavvufun gölgesi altında ve imanın rûhî boyutunu gözeterek oluşan İslam medeniyeti faydalı, pratik, gerçekçi ve müsrif olmayan bir medeniyet olmak durumundadır. Materyalist uygarlık ise israfçı olmaktan kendini alamaz… Yeryüzünde ebedî kalacakmışçasına… İlim, ilim içindir mantığıyla… Onun için bir şeyi bulmuş ya da gerçekleştirmiş olmanın övüncü kâfidir. Âlemlerin Rabbi ve O’na yakın olmak gibi bir derdi yoktur. “Yaptığı bu keşif, ortaya koyduğu iş kendisini ne kadar Allah’a yaklaştırmıştır ya da ne kadar O’ndan uzaklaştırmıştır?” sorusu onun için bir şey ifade etmez. Bu yüzden modern uygarlık ahlâkı öteleyerek bu günlere gelmiş ve fakat son dönemde bu hatasını anladığı için üniversitelerde her ilmî alanla ilgili ahlâk dersleri okutuyorlar… Tıp ahlâkı, ticaret ahlâkı, iş ahlâkı vd. Bunlar çok tuhaf şeyler. Çünkü tıp ahlâkı, ticaret ahlâkı gibi şeyler yoktur. Bunların hepsi tektir. Ahlâk ahlâktır ve bunun mucibince insan doğru, güvenilir, sadık, içten vs. olmalıdır. Sen yaptığın işte o ahlâka tâbi olursan mesele biter. Her alan için bir ahlâk icat etmek gereksiz… İşte bu panik durumu, modern uygarlığın, ahlâkı ne düzeyde zayi ettiğini göstermektedir.

 

Dolayısıyla tasavvuf, dinin din olması için zorunludur… Müslümanın faaliyetinin meşru ve faydalı olması için tasavvuf zorunludur. İşte bu Müslümanca hayatın intaç ettiği medeniyet üretken, faydalı ve israf etmeyen bir medeniyet olur.

 

Bu yüzden işe ruh eğitimiyle başlamamız gerekiyor. Bu gün birçok insan özellikle Arap âleminde, neo-selefî ve Vehhâbîlerden dolayı tasavvuf kelimesini kullanmaktan çekiniyor. Tasavvufa inanan kimseler bile çekindikleri için “tasavvuf” yerine “tezkiye” kavramını kullanmayı tercih ediyor.

 

Tasavvuf Rasûlullâh Efendimiz’in zamanında bilinmeyen ve kullanılmayan bir kavrammış… Allah aşkına, Rasûlullâh (s.a.v) döneminde hangi kavram biliniyordu? İslamî ilimlerin hangisi vardı?

 

Yani modern dönemde tasavvuf zayi olunca, ahlâk zayi oldu. Ahlâk zayi olup onun sonucunda toplumlar da zayi olunca bu durum tasavvufu etkiledi ve bu defa tasavvuf bozulmaya başladı.

 

Soruya tekrar dönersek, bizde zühd Hıristiyan keşişlerdeki ve Hindulardaki “dünyadan tamamıyla çıkma” meselesiyle karıştırılmamalıdır. Zira zühd, Allah’ın elindekine razı olduğu için insanların elindekilerden tehallî etmek demektir. Yani Allah’a iman edip kalbini başka bir şeye kaptırmamak. Zühd kalbî bir durum olup dinamik bir kavramdır. Yani dünyada olacaksınız ama dünyada Allah’a kul olarak bulunacaksınız. Hayatını yaşayacaksın ve bütün özürlüğünü kullanacaksın fakat Allah tarafından denetlendiğini ve O’nun kulu olduğunu bir lahza bile unutmayacaksın. Bir tür, sürekli farkındalık hâli… Sürekli dinamik bir kalp durumu… Böyle olduğu içindir ki İslam tarihine bakarsanız sûfîler/zâhidler çok önemli işler yapmışlardır. Cihad etmişler, tebliğ yapmışlar ve dünyayı müslümanlaştırmışlar… Siz bakmayın bugün neo-selefî ve Vehhâbîler’in onları tekfir ediyor olmasına… Çok hayatî işler görmüştür sûfîler.

 

Ömer Faruk Tokat: Günümüzde insan sağlığını tehdit eden, ekolojik dengeyi alt üst eden, insanların üzerine ölüm püskürten, kanser kusan, kimyasal ve biyolojik kitle imha silahları üreten bir teknolojiyle karşı karşıyayız… Siz bu teknolojiyi ve bunun ardındaki zihni nasıl değerlendiriyorsunuz?

 

Din Muhammed: Daha önce de söylediğimiz üzere İslam’ın tasavvurunda, insanın her hareketi vahiy tarafından yönlendirilmelidir. Müslüman İmanî ve ahlâkî ilkelerin belirleyiciliğinde bir alanda faaliyet gösterir. Tabiata, çevreye, canlılara, insanlığa zarar veren herhangi bir “ilmî gelişme” İslam’a göre haramdır. Ayrıca İslam medeniyeti ahlâkla mukayyed bir medeniyettir. Teknoloji haddi zatında olumlu bir durumdur; ilmin ürünüdür. Tabiatı, çevreyi, insanı kısacası bütün mahlûkatı korumak –zira Allah Teâlâ her şeyi bir maksada binaen yaratmıştır- bütün faaliyetlerin hedefi olmalıdır. Dolayısıyla sen ilim ya da teknoloji alanında çalışan bir Müslümansan, çalışmalarını bu ahlâkî ve imânî sınırlar çerçevesinde yürütmek zorundasın. İslam medeniyetinin hâkim olduğu bir vasatta biyolojik ve kimyasal kitle imha silahlarının üretimi tasavvur dahi edilemez. Düşmanda böyle bir silah varsa caydırıcı silahlar üretmek üzere çalışmalar yapılır.

 

Ömer Faruk Tokat: Hocam İslamî ilimlerin öznel tarafıyla ilgili neler söylemek istersiniz? Sizce İslamî ilimleri diğerlerinden farklı kılan hususiyetler nelerdir?

 

Din Muhammed: İslamî bilgiyi diğerlerinden ayıran hususiyet, onun ahlâk ve imanla ilişkisidir. Şöyle ki İslamî ilimler iman ve ahlak çerçevesi içinde iş görür ve faaliyet gösterir. İslam’da ilmin gidişatını imanın gerekleri ve ahlâkî ilkeler belirler. Bu, İslamî bilgiyi diğer uygarlıklardaki bilgi anlayışından faklı kılan ve onu ayrıcalıklı kılan temel bir hususiyettir. İslâmî bilgi anlayışının merkezinde Allah vardır. Çağdaş egemen bilgi anlayışında ise bilgi Allah’tan uzak bir alanda faaliyet gösterir. Allah Teâlâ’yı dairenin merkezinden kaldırırsanız O’nun yerine insanı koyarsınız ve bu da her şeyin tepetaklak olmasına sebep olur… Tepeden tırnağa her şey ters yüz olur. Dolayısıyla Şer’î ilimleri temeyyüz ettiren vasıf, bu ilimlerin iman ve ahlakla olan muhkem irtibatıdır. Bu hususta söylenebilecek diğer şeyler, bu muhkem irtibatın teferruatıdır.

 

Ömer Faruk Tokat: İslamî ilimleri bir tarafa bırakarak doğrudan Kur’ân ve Sünnet’ten istihraç edilen bir ıslah projesi mümkün müdür? Çünkü modern dönemde birçok İslamcı aydın ve ekol, İslamî ilimlerin Kur’an’la insan arasında aşılmaz duvarlar ördüğünü ileri sürüyor…

 

Din Muhammed: Bu yaklaşım bütünüyle cehalet üzerine kuruludur. Bir an için bunun doğru olduğunu kabul etsek bile, bu gün ihtiyaç duyduğumuz ilimleri Kur’ân ve Sünnet’ten istihraç edebilmemiz için yeniden iki yüz ya da üç yüz sene çalışmamız gerekir ki bu abesle iştigaldir. Çünkü ihtiyaç duyduğumuz o ilmî ve kültürel birikim asırlar boyunca bize kadar birikerek gelmiştir. Doğrusu bizim ilmî projelerden çok, amelî projelere ihtiyacımız var. Ruh eğitimi projelerine muhtacız. İslamî ilimler bize usul ve yöntem verir. Bu ilimlerdeki meseleler ise yenilenebilir. Mesela Kelamcılar ve akîde âlimleri kendi dönemlerindeki inkârcılara karşı ilmî ve fikrî mücadele vermişlerdir. Aynı mücadele yeni silahlarla/araçlarla bu gün de ortaya konabilir. Usul ve ilkeler/kavâid ise değişmez… Aynı usul ve ilkeler uygulanır. Esas olan, ihtiyaç duyulan çözümü bu usul ve ilkelerden hareketle Kur’ân ve Sünnet’ten istihraç etmektir. Kitap ve Sünnet ne diyor: “Dünya sevgisi ve ölümden nefret”… Bu gün karşı karşıya olduğumuz sorunların hemen hepsinin sebebi bu iki arızadır: “Dünya tutkusu ve ölüm nefreti”. Bu gün elimizde Kur’ân, Sünnet ve asırlar boyunca bu ikisi etrafında teraküm etmiş İslamî ilimler ve bu Ümmet’in 14 asırlık tecrübesi önümüzde duruyor. Ancak bunu işlevsel hâle getirmek için öncelikle bir “ben idraki”ne muhtacız. Yani yüksek sesle “biz Müslümanız ve Allah’tan başka hiçbir güçten ve otoriteden korkmuyoruz” diyebilmekten bahsediyorum. Rasûlullâh (s.a.v), karşımıza çıkacak bütün problemlerin sebebini “Dünya tutkusu ve ölümden nefret” olarak belirlemişse yaşadığımız inhitat için başka bir sebep aramanın makul ve dinî bir gerekçesi olamaz. Allah’tan başka hiçbir şeyden korkmayan ve ölümle arasına mesafe koymayan Müslüman bu gücünü nereden alıyor? İki asır öncesinde yaşamış bir Türk şeyhülislamını hatırlıyorum. Bu şeyhülislamın adını şu an hatırlamıyorum. Ama bu hadiseyi Şeyh Abdülmün’im Hafâcî’nin el-Edebü’s-Sûfî adlı eserinde okumuştum. Osmanlı ordusu Rus sınırında savaşıyor… Düşman çok kavî… Müslümanların sultanı/padişah çekilmeye karar veriyor. Aynı zamanda bir tarikat şeyhi olan şeyhülislam, sultanın atının yularını tutuyor ve diyor ki: “Padişahım, biz bu gün için yaşamıyor muyuz? Öleceğiz ama İslam’ın zilletini görmeyeceğiz. Nereye çekiliyorsun?!” Bu sözü eden bir adam bu gücü nereden alıyor? Bu günse Minber kahramanları (!) görüyoruz. Millet minberlerde kahramanlık gösterisinde bulunuyor ama arazide hiçbir şey yapamıyorlar. Bu şeyhülislamın nasıl bir eğitimden geçtiğini düşünün… Osmanlı sultanlarının tarihini okursanız orada buna benzer birçok hadise görürsünüz. Gerçi bu tarihin de tashihe ihtiyacı var. Bu tarih, çok tahrif edildi… Çok şey uyduruldu tarih adına… İslam dünyasında özellikle Arap âleminde Osmanlı hilafetinden hâlâ “İslam’la ilgisi olmayan bir Türk emperyalizmi tarihi” diye bahseden kimseler var. O tarihin gerçek yüzüne bakarsanız, sultanların din, ilim ve ulema ile arasındaki sıkı ilişkiyi görürsünüz. Siz, az önce bahsettiğim şeyhülislam tarzı âlimleri getirin bakalım İslam dünyasında problem kalıyor mu? Bu Müslüman bu gücü Allah’tan alıyor. Dolayısıyla bu gün, Allah Rasûlü’nün bahsettiği hevân/vehn durumunu yaşıyoruz. Hevân: Dünya tutkusu ve ölüm nefreti… Yani senin hiçbir dünyevî beklentin yoksa, dünyevî makam, mevki, şan, şöhret senin için hiçbir anlam ifade etmiyorsa ve yalnızca Allah’tan korkuyorsan senin önünde kim durabilir?

 

Batılılar kimdir? Batı iflasın eşiğindedir. Maddî bir güçtür. Maddî güçleri ve iktisatları çökmek üzere. Bütün bunlara rağmen Batı nasıl yaşıyor? Bizim cehaletimiz sebebiyle yaşıyor… Ümmet’in parasıyla ayakta duruyor. Yani biz hevân duygusunun tutsağı olduğumuz için “hayır!” deme iktidarını ve gücünü kendimizde bulamıyoruz. “Biz başka bir dünyanın insanlarıyız. Bizim kendimize özgü bir hayat ve dünya telakkimiz var” diyemiyoruz. Bu günlerde İslam dünyasında yaşanan hadiselere bakın… Olan bitenden kim istifade ediyor? İslam Ümmet’i ne kazanıyor?

 

Tarih boyunca teraküm etmiş İslamî ilimleri bir tarafa bırakarak doğrudan Kitap ve Sünnet’e dönüş çağrıları doğrusu İslam’ın ve Müslümanların yararına değil. Sen beni Kitap ve Sünnet’e çağırıyorsan bana muayyen bir anlayışı dayatamazsın… O zaman bir buçuk milyar Müslümanın her birinin farklı bir din anlayışı olur… Ümmet mefhumu ortadan kalkar. İslamî ilimler zayi olmuş olur. Sonra bunun ciddî bir yanlış olduğunu anlarız ve bu ilmi yeniden tesis etmek için üç-dört asra ihtiyaç duyarız. Bu günkü hocalar, ulemanın elli yıl önce yazdığı kitapları bile anlamakta güçlük çekiyorsa Teftâzânî, Îcî, Râzî ve Ebu’s-Suud gibi ulemanın yazdıklarını nasıl anlayacaklar?

 

Bu yüzden bu gün Mısır’daki İhvân-ı Müslimîn ya da Pakistan’daki Cemaat-i İslâmiyye gibi İslamî hareketler ve siyasal islam anlayışına mensup olanlar, İslamî ilimleri sathileştiriyorlar. İlmî sathileştirmekten şunu kastediyoruz: “Her insan Kitap ve Sünnet’i açıp okur, anlar ve ictihad eder” yaklaşımı, ilmi/bilgiyi sathileştirmiştir.

 

Bir usûl hocası olan Muhammed Hasan Hîtû’nın el-Mütefeyhikûn adında bir kitabı var. Hîtû orada bu tür çağrılarda bulunan İslamî hareketler sebebiyle meydana gelen ilmî sathiliklere çarpıcı örnekler veriyor. Siyasal İslamcı hareketler –hedefleri siyasî olduğu için- kendileri için sınırlayıcı olan bu ilimlerin ve ulemanın otoritesinden kurtulmak istiyor. Çünkü âlim diyor ki: “sen böyle yaparsan bu haram olur.” Hâlbuki siyasal İslamcılar bunu istemiyor; onlar kendi fetvalarını kendileri isdar etmek istiyor.

 

Yani Rasûlullah (s.a.v) bizi mehacce-i beyzâ (beyaz bir yol üzere) bıraktı. Ulema ise asırlar boyu ibdâ ettikleri ilimlerle bu yolu bize açıklamaya çalıştılar. Dolayısıyla bu ilimleri zayi edersek her şeyimizi yitiririz.

 

Bakın ulemanın kitaplarıyla kimin sorunu var: Muhammed Abduh, Taha Hüseyin ve benzerleri… Mahmud Şâkir, bu akımı tenkit sadedinde diyor ki: “İnsanları istedikleri gibi yönlendirebilmek için, onları bu kitapların otoritesine tâbi olmaktan vazgeçirdiler.” Bu bir dibe vuruştur. Bu yüzden bakın İslam dünyası bir arpa boyu yol almadı. Daha da kötüsü bu akım, insanlarda “hezimete uğramışlık” duygusunu pekiştirdi.

 

Ömer Faruk Tokat: Günümüzde İslamî ilimlerin tedrisinde bilgisayar ve elektronik imkânlar da kullanılıyor. Günümüz şartları, İslamî ilimlerin tedris yöntemine nasıl bir katkıda bulunuyor?

 

Din Muhammed: Biz de Katar Üniversitesinde modern teknolojik imkânları kullanıyoruz. Elektronik kütüphaneyi kullanıyoruz. Bunda bir sorun yok. Ama bütün bu imkânlar kitabın yerini tutmuyor. Akıldan ırak tutulmaması gereken bir durum var: Şu an özellikle elektronik kitaplarda ciddi bir tahrif operasyonu var. Çünkü biz şu anda huffâz/hâfızlar döneminde yaşamıyoruz. Eskiden bir kitap hocadan harf harf dinleniyordu. Ama bu gün böyle değil. Hatta matbu kitapta bile bazen tahrif bulunabiliyor. Dolayısıyla modern teknolojinin araçlarını kullanmak bizi kitaba müracaattan ve metin araştırmalarından alıkoymamalıdır. Çünkü metin okumaları insanı âlim yapar ve insana metinlerle irtibat kurma gücü verir. Zira Kur’ân ve Hadis metinlerinin anlaşılması öyle söylendiği gibi kolay değil. Mesela nahvi iyi bilmeyen bir insan bir âyeti açsa ve anlamaya çalışsa o âyetin bütün medlûlatını anlayamaz. Bir âyet üzerinden giderek açıklarsak, Allah Sübhânehû ve Teâlâ, Nisâ 64’de şöyle buyuruyor: “Eğer onlar, kendilerine zulmettikleri zaman sana gelseler, Allah’tan, günahlarını bağışlamasını isteseler ve Elçi de onların bağışlanmasını dileseydi, elbette Allah’ı affedici, merhametli bulurlardı.” Burada üç husus var: 1- Kendilerine zulmedenler sana gelseler, 2- Allah’tan, günahlarını bağışlamasını isteseler 3- ve Elçi de onların bağışlanmasını dileseydi (…) şimdi burada bir tertip türü vardır. Bu üç husus birbirine bir yerde ف ile diğerinde و ile atfediliyor. و ardıllık ifade etmezken ف ardıllık ifade eder. Dolayısıyla önce Rasûlullâh’a gelinmesi meselesi var. Sonra Allah’tan bağışlanmalarının istenmesi gelir. Rasûlullâh’ın onlar için istiğfarda bulunması önce ya da sonradır. Çünkü ardıllık gerektirmeyen و ile atfedilmiştir. Dolayısıyla Arap dili ve nahiv bilmeyen bir kimse Kur’ân-ı Kerim’i ya da tefsiri açtığında her zaman bu tafsilatı bulamayabilir. Arap dili grameri ve nahiv donanımı olmayan kişi âyetin delalet alanına derinlemesine nüfuz edemeyecektir. Dolayısıyla nefsine zulmeden kişi Rasûlulullâh kendisi için istiğfar etmeden önce, Rasûl’e gitmelidir. Önce Rasûl’e gidecektir ki Rasûl onun için istiğfar etsin. Allah’ın onu affetmesi ise Rasûlullâh’ın istiğfarından sonra geliyor. Bundan dolayı Allah Teâlâ, Muhammed 19’da, “… ve kendi günahın, inanan erkeklerin ve inanan kadınların günahı için (Allah’tan) mağfiret dile” buyurur. Rasûlullâh’ın istiğfarı bize göre olabilir. Bizden istenen, Rasûlullâh (s.a.v)’e gitmemiz ve Allah’tan af dilememizdir. Bu delaletlerin hepsini bu âyetlerden anlayabilmemiz için nassın anlam katmanlarına nüfuz edebilecek bilgi, takva ve nahiv donanımına sahip olmamız gerekir. Modern araçlar tabii ki tedriste kullanılabilir. Ama bütün bunlar bizi kitaptan müstağni kılmaz.

 

Mesela İmam el-Esnevî diyor ki: “İmam Şâfiî, er-Risâle’sinde, “Kim de kendisine doğru yol belli olduktan sonra Elçi’ye karşı gelir ve mü’minlerin yolundan başka bir yola uyarsa, onu döndüğü yola yöneltiriz ve cehenneme sokarız. Ne kötü bir gidiş yeridir orası!” (Nisa 115) âyetinin İcma’ya delil olduğunu söylüyor.” el-Esnevî böyle diyor ama ben er-Risâle’de bu âyeti ve bu istidlâli bulamıyorum. İmam el-Esnevî, Şafiî mezhebinin muteber âlimlerinden ve usulcü bir zat. Ayrıca bunu söyleyen başkaları da var. Öyleyse iki ihtimal var: Ye elimizdeki tahkikli er-Risâle baskısında kasıtlı bir tahrif var ya da tahkik sırasında itimad edilen yazma nüshadan bu bölüm düşmüş. Bu tür durumlar zaman zaman oluyor biliyorsunuz. Bazen matbu bir hadis eserinde rivayeti bulamıyorsunuz ama yazma nüshalarına baktığınızda orada buluyorsunuz. Bu gün herkes yazmalara inip bakamıyor… Huffâz taifesinden de değiliz. “Bu hadisi Abdürrezzâk,Musannef’inde rivayet etmiştir” diyorsun ama kitabın matbu nüshasında hadisi bulamıyorsun. Yani mesela ben Sri Lanka’da insanlara diyorum ki “bu hadis Abdürrezzâk’ın Musannef’inde var. Sri Lanka’da mütedâvel matbu nüshaya bakıyorlar ve hadisi bulamayınca beni hadis uydurmakla itham ediyorlar. Benim o insanları toplayıp onlara Şam, Zâhiriye kütüphanesinde ya da İstanbul, Süleymaniye’de yazma nüsha gösterme şansım da yok. Yani şunu söylemek istiyorum: bilgisayarı kullanın sorun değil ama bu sizi kitaptan müstağni kılmasın.

 

Ayrıca şer’i ilmin bir başka buudu var. Kitabın ayrı bir maneviyatı var. Kadim ulemamız kitaba abdestsiz dokunmuyordu. Ama şimdi bilgisayardaki elektronik kitaplar için bu şartların hiçbirine gerek yok. Ulema neden kitaba abdestsiz dokunmuyordu? Çünkü onlar fehmi ve ilmi Allah’a bağlıyorlardı… Zira Allah, âlimdir, alîmdir ve öğretendir. Bu yüzden sen kitabın karşısına oturduğunda ilahî bir vâridi telakki etmek üzere, o kasıtla oturuyorsun. Sri Lanka’da medresede okurken hocalarım diyordu ki: “Eğer bir tefsir, fıkıh ya da kelam kitabında bir meseleyi anlamakta güçlük sekersen müellifin ruhuna bir fatiha gönder. Allah Teâlâ sana yardım edecektir.” Böyle de yapıyorduk. Ama maalesef bu gün maddeci ve seküler uygarlığın egemenliğinde bu anlayışlardan çok uzağız. Bu tür değerler bizim de çok uzağımızda artık.

 

Dolayısıyla şer’î ilim diğer ilimlerden tamamıyla farklı. Çünkü Şer’î ilimde Kitap ve Sünnet üzerine çalışıyorsun. İmam Malik’in dediği gibi Rasûlullâh (s.a.v)’le onun sağlığında ve vefatından sonra irtibat değişmez. Yani şimdi sigarayı yakıp Sahih-i Müslim okursanız o kitaptan istifade edemezsiniz. İmam Malik’e biri geldiğinde yanındakilere “sorun bakalım neden gelmiş? Fıkıh ya da başka bir mesele mi soracak yoksa hadis almak için mi gelmiş? derdi. Eğer gelen kişi hadis almak için geldiyse İmam Malik kalkar, gusül abdesti alır, en güzel elbisesini giyer ondan sonra o kişiye çıkardı.

 

Yani Şer’î ilimlerin bir bereketi vardır. Modernistlerin “kütübun safrâ/sarı sayfalar” dediği kitaplarımız ilmi ve bereketi taşıyan kitaplardır. İslam dünyası ilmi, bu kitapların dışında aradığı için bu günkü sorunları ve krizleri yaşıyor.

 

Ömer Faruk Tokat: Hocam söz buraya gelmişken, klasik medreselerdeki tedris yöntemiyle bu gün modern eğitim kurumlarında uygulanan İslamî ilimler tedris yöntemini karşılaştıracak olsanız neler söylersiniz?

 

Din Muhammed: Ben şahsen klasik medresede hem okudum hem de okuttum. Sri Lanka’da klasik medreseden mezun oldum. Daha sonra üniversitede okudum. Hem medreselerde hem üniversitelerde hocalık yaptım ve hala da yapıyorum. Edindiğim tecrübeden hareketle söylemem gerekirse üniversite âlim çıkarmaz. Master, doktora vb. dereceleri insana kazandırır ama insanı âlim yapmaz. Çünkü öğrenci liseden sonra üniversiteye geliyor. Lisans döneminde farklı ilimlere ait dersler okuyor ama hiçbir ilmi tamamlayamıyor. Zira zaman yeterli değil. 120 saat ya da dört yıl bu iş için yeterli olmuyor. Mesela akide dersini okutuyorsunuz, sadece imanın şartlarını anlatana kadar eğitim dönemi bitiyor. Usûl-i Fıkıh mesela… Siz Hanefîsiniz… Bizde Şafiîlerde Minhâcü’l-Beydâvî diye küçücük bir kitap var… 73 sayfalık bir metin. Bu kitap Ezher-i Şerif’te 4 yılda bitirilebiliyor. Ben bu kitabı Kahire’de Şeriat fakültesi öğrencilerine okuttum. Cuma hariç her gün sabah namazından sonra iki saat ders yaptığımız halde iki yılda bitirebildik. Üniversite öğrencisi, sistem gereği vakit bulamıyor. Bu yüzden, nahivden iki bap, fıkıhtan iki bap, tefsirden iki bölüm okuyup fakülte mezunu oluyor ve sonrasında mastıra başlıyor. Mastırda ne yapıyor? Bir konu seçip araştırmaya başlıyor. Doktorada da aynı şekilde… Şimdi bu insan ne öğrendi? Bence hiçbir şey. Sadece doktora titrine sahip oldu. Doktora titri, ilmin göstergesi değildir. Ama klasik medreselerde bu iş nasıl yapılıyor? Talebe hocanın dizinin dibine oturuyor. Her ilme ait bir metni başından sonuna okuyor… Üstelik mütalaa ile okuyor. Sonrasında İslamî ilimleri farklı seviyelerde tam 8 yıl tahsil ediyor. Bu 8 yıl içinde, İslamî ilimlerde mutemed kitapları tam bir itkan ile tederrüs ediyor. Fıkıh, Tefsir, Hadis, Akide, Mantık vd. Şer’î ilim dallarında mutemed metinleri okuyor. Bu yüzden şer’î ilimler bu medreselerde üniversitelerden çok daha derin bir şekilde okutuluyor. Ben üniversiteden mezun bir âlim tahayyül edemiyorum ki babasından ya da klasik medreseden mezun olmuş olmasın. Üniversitede başarı, ilim ve istikamet üzere bulduğunuz hocalar üniversite öncesinde ya klasik medrese okumuştur ya da Ezher’de klasik usul üzere okumuştur. Çünkü Ezher-i Şerif’in sâneviyye bölümünde öyle bir eğitim veriliyordu ki orada okuyan öğrencilerin okuduğu metinleri doktora öğrencileri bile okuyamaz. O zaman Ezher’in o bölümünden mezun olan talebeler, “imam” kabul edilirdi. İstanbul medreseleri de aynı şekilde… Zâhid el-Kevserî hoca nereden mezun oldu? Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi, Paçacızâde, Şeyhzâde vd. ulema nereden mezun oldu? Hepsi bu gün “klasik medreseler” dediğimiz yerlerden mezun oldular. Ama bu gün üniversite hocaları, bu âlimlerin yazdığı ilmî derinlikte bir satır bile yazamazlar. Bana bu asır boyunca üniversite hocalarının modern felsefe ve reddi konusunda yazdıklarının hepsini getirin ve Şeyhülislam Mustafa Sabri’in Mevkifü’l-İlm ve’l-Akl’ının yanına koyun bakalım, çok karikatüristik bir manzara çıkar ortaya değil mi? Ya da Zâhid el-Kevserî hocanın küçük bir risalesiyle bu gün üniversitelerde yapılmış olan doktora çalışmalarını karşılaştırdığınızda ne söylediğim daha net anlaşılır. Doktora ilim göstergesi değil insanın rızkını kazandığı bir titr, bir diploma ve derecedir. Ama maalesef İslam dünyasında bu gün dr. ünvanlı kişilerin çalışmalarına öncelik ve ehemmiyet veriliyor. Akademik titri olmayan hocalara ve âlimlere kıymet verilmiyor. İnsanlar birbirini “dr. falan” diye çağırmaktan ve böyle çağırılmaktan kompleks dolu bir keyif alıyorlar.

 

Ömer Faruk Tokat: Hocam Rıhle Dergisi okurlarının siz daha yakından tanıması için bize hayatınızdan ve ilmî geçmişinizden bir nebze bahsebilirseniz müteşekkir oluruz.

 

Din Muhammed: 1956 yılında Sri Lanka’da doğdum. Sri Lanka’da 8 yıllık klasik medreseyi Allah’ın lütfuyla 6 yılda bitirdim. “Mevlevî” olarak medreseden mezun olduğumda 16 yaşımdaydım. Altkıta medrese geleneğinde “Mevlevî”lik fetva verme makamıdır. 10 kişiydik. Dokuzunun yaşları benden hayli büyüktü. Medreseden aldığım o diploma Sri Lanka hükümeti tarafından tanınıyor. Medrese diploması olan kişi, devlet okullarında İslam dini dersleri okutmak üzere tayin olunabiliyor. Dokuz arkadaşım devlet okulunda İslam dini dersi öğretmeni olarak atandılar. Benim yaşım tutmadığı için beni atamadılar. Hocalarım, bana mezun olduğum medresede hocalık yapma teklifinde bulundu ve ben ders vermeye başladım. Medresede ders verirken bir taraftan da dışardan imtihanlara girerek liseyi bitirdim. İki sene hocalık yaptıktan sonra 18 yaşıma gelince ben de devlet okuluna geçtim. Bu sırada üniversite okumaya karar verdim. Din dersi öğretmenliğimin ikinci yılında el-Ezher Üniversitesi bursu kazandım ve 1976 yılında Ezher’e gittim. Ezher’de beni fakültenin üçüncü sınıfından başlattılar. Denklik komisyonu diplomalarıma baktı ve “tamam, Usûlu’d-Dîn Fakültesi, 1. sınıftan başla” dediler. Fakat ben daha sonra dekana gittim ve okuduğum kitapların listesini kendisine takdim ettim.… “Sen bu kitapları okudun mu?” dedi. “Evet, ayrıca okuttum da” dedim. Dekan bu sırada başka bir hocayla bir meseleyi tartışıyordu. Ben ayakta bekliyorum. “Müsaade ederseniz bir şey söyleyeyim” dedim. “Buyur” dediler. “Mucibe-i külliyenin nakîzi, sâlibe-i cüz’iyedir” dedim. Aralarındaki tartışmayı çözen bir mantık kaidesiydi bu söylediğim. Dekan bana şöyle bir baktı ve “sen mantığı iyi okudun mu?” dedi. “Evet… Ayrıca okuttum da” dedim. Dekan yardımcısını çağırdı ve “bu delikanlıyı fakültenin üçüncü sınıfına kaydedin” dedi. Akide ve Felsefe bölümünün üçüncü sınıfından başladım. Bu bölümü kendim seçtim. Çünkü fıkhı, hadisi, tefsiri ve diğer ilimleri okumuştum ama felsefî ilimleri iyice okumamıştım. Bu yüzden Akide ve Felsefe bölümünü seçtim. O zaman burada çok iyi hocalar vardı. 1978 senesinde fakülteden mezun oldum. Aynı bölümde 1982 yılında mastırı bitirdim. “Beyâzîd el-Bistâmî ve Nazariyyetü’l-fenâ fi’t-tasavvuf (Beyâzîd el-Bistâmî ve Tasavvuftaki Fenâ Nazariyesi)” başlıklı bir tez yazdım. Tasavvuftaki fenâyı Budizm ve Hinduizim’deki Nirvana ile karşılaştırdım. Daha sonra doktora yaptım ve “İslam ve Hıristiyanlık Arasında Tasavvuftaki İlahî Aşk” başlıklı bir çalışma yaptım. Hıristiyanlar, İslam’da sevgi ve aşka yer olmadığını, sûfîlerin bunları Hristiyanlıktan aldıklarını iddia ediyorlardı. Bunu reddetmek için doktorada böyle bir çalışma yapmaya karar verdim. 1988’de doktorayı tamamladıktan sonra 1976’den beri gitmediğim ülkeme Sri Lanka’ya döndüm. Çünkü o zamanki bursum Sri Lanka’ya gidip gelmem için yeterli değildi. Bir buçuk ay sonra Sri Lanka’da Doğu Üniversitesine hoca olarak atandım. 3 hafta sonra Mısır’daki kitaplarımı ve sair eşyalarımı almak üzere üniversiteden izin aldım ve Mısır’a gittim. Mısır’dayken bizim bölgede Tamil Kaplanları sorunu baş gösterdi. Babam bana telefon açtı ve “burada işler karışık… Üniversite de kapandı; gelme” dedi. O ara, Ezher’deki hocalarım, “hiçbir yere gitme, burada Ezher’de hocalık yap” dediler ve el-Ezher’deki İslamî Araştırmalar Enstitüsüne araştırmacı olarak tayin edildim. 1990’a kadar bir yandan bu görevime devam ederken diğer yandan özel dersler verdim. 1990’da Pakistan Uluslararası İslam Üniversitesine tayin edildim ve burada ders vermeye başladım ve 2004 sonunda kadar da bu üniversitede hocalık yaptım. 2004 yılı itibariyle de Katar Üniversitesinde hocalık yapıyorum.

 

Ömer Faruk Tokat: Tasavvufla irtibatınız hangi düzeyde?

 

Din Muhammed: Mısır’a gitmeden önce 1971 yılında 15 yaşımdayken Sri Lanka’daki şeyhimden biat aldım. Şeyhim Hindistanlı ve büyük bir âlimdi. Kadirî-Nakşibendî tarikatlarından icazetliydi. Mısır’a gittiğimde çok tuhaf bir hadise oldu. Doğrusu bunu anlatmaktan çok hoşlanmıyorum ama şimdi konunun bağlamı bunu anlatmayı gerektiriyor. Mısır’da bana danışmanlık yapan hocamın sûfî olduğunu bilmiyordum. Arkadaşlarım dediler ki: “Çok şanslı adamsın. Senin danışmanın müthiş bir hoca… Babası büyük hoca ve şeyhlerden Allah dostu bir zat. Bu aile Tüm Mısır’da bilinir. Sen hocanın evine gittiğinde babasını görmek için uğraş. Çünkü hocanın babası büyük bir şeyh ve çok iyi bir insan.” Bir gün tezin ilk bölümünü teslim etmek üzere hocanın evine gittim. Hoca yazdıklarımı inceleyip konuyla ilgili bazı sorular sorduktan sonra, “bu yazdıkların olmamış. Git yeniden yaz” dedi. “Önümüzdeki hafta yeniden yazıp getiririm” dedim. “Gidebilirsin” deyince “hayır, babanızın Allah adamlarından olduğunu duydum. Müsaade ederseniz kendisine selam vermek istiyorum” dedim. “Tamam, otur, birazdan Akşam namazı için aşağı inecek” dedi. Ben oturmaya başladım… Çok geçmeden babası aşağı indi. Seksen yaşlarında bir zat… Hastalığı sebebiyle kafasını kaldıramıyor… Abdünnasır döneminde ev hapsine mahkûm edilmiş. Bu durumdan çok etkilenmiş… Yanında birinin yardımı olmaksızın yürüyemiyor. Aynı zamanda büyük bir hadis âlimi… İlim ve amel olarak son derece mutkin bir zat. Necmüddîn el-Kürdî hocadan bahsediyorum. Babası da Tenvîru’l-Kulûb kitabının müellifi Muhammed Emîn el-Kurdî…

 

Hocam beni babasına tanıttı: “Bu, Din Muhammed, Sri Lanka’lı… Kendisi Kadirî-Nakşibendî’dir. Şu anda mastır yapıyor. Ben de danışmanıyım” dedi. Gittim hocaya selam verdim. Necmüddîn el-Kürdî hoca, yaşlı… kafasını kaldıramıyor… Ben gidip selam vermek üzere önünde eğildiğimde –o zaman saçlarım çok uzundu- saçlarımdan tuttu ve “Yâ Dîn, saçını kes” dedi. Hocam araya girerek “Sri Lanka’da saç uzatmak normal; bir şey omaz” dediyse de Şeyh, “hayır, git saçlarını kestir” dedi. Ben kendisine selam verdim, elini öptüm… Şeyh bana hiçbir şey sormadan beni tuttu ve Nakşibendî tarikatı dersi vermeye başladı. Ben kendisinden böyle bir talepte bulunmadım. Bana “Allah de” dedi. Bir süre böyle bana lafza-i celal zikrini tekrarlattı. Sonra çok güçlü bir adam oldu… Beni eliyle tuttu ve oğlu Abdurrahman el-Kürdî hocanın tarafına çevirdi. Abdurrahman hoca el-Ezher Üniversitesi rektör yardımcılığı da yaptı. Arap dili ve belagat ilminde mütahassıs. Şeyh, oğluna dönerek “Abdurrahman, Din’e tarikatı öğret” dedi. Şaştım kaldım… Çünkü benim zaten intisabım ve beyatim var. Edebim gereği itiraz etmedim. O da bana tarikatı öğretti. Şeyh elini kalbimin altına koydu ve bana lafza-i celali tekrarlattı. Daha sonra kendilerine selam verip şaşkın bir şekilde ayrıldım. Hocam, “bundan böyle burası hocanın evi değil; şeyhinin evi… Artık senin de evin sayılır. Ne zaman istersen gelebilirsin” dedi. Şaşkın bir şekilde evden çıktım. “Bir insanın nasıl iki tane şeyhi olur?” Evden çıktım… beş ya da altı evi geçmiştim ki hocam arkamdan yetişti, “Din, gel buraya… Şeyh efendi seni istiyor” dedi. Döndüm… Şeyh efendi bana “otur” dedi ve tekrar zikri telkin etmeye başladı. Normalde şeyh yaşlı olduğu için genelde tarikat dersini sonradan şeyh olacak olan Abdurrahman hoca veriyor. Ama benimle bizzat kendisi ilgileniyor. Şeyh efendinin bana karşı bu sıra dışı muamelesine evdekiler de şaşırdı. Neyse Şeyh’in evinden çıktım ve yurda geldim. Şaşkın ve endişeliyim. Bir hafta böyle geçti. Bir hafta sonra bir işim için Kahire’deki Sri Lanka konsolosluğuna gittim. Konsoloslukta beklerken gazetelere göz atıyordum… Bir de baktım ki Şeyh’in bana ders verdiği aynı gün Hindistan’daki şeyhim vefat etmiş. Demek ki dedim Şeyh, mesajı Hindistan’dan almış: “Mısır’da bir evladımız var. Lütfen onunla ilgilenin…” Mısır’daki bu Şeyh’le irtibatım vefat edinceye kadar devam etti. Daha sonra oğlu Abdurrahman el-Kürdî şeyh oldu, onunla da irtibatım devam etti. O vefat edince benim hocam şeyh oldu… O da vefat etti. Şimdi Şeyh’in kardeşi, Mısır’da bir mahkemede hâkim… Tarikatı o idare ediyor.

 

Ömer Faruk Tokat: Hocam Nakşibendî olduğunuza göre rabıta da yapıyor olmalısınız. Rabıtayı nasıl anlıyorsunuz?

 

Din Muhammed: Rabıtanın şeyh râbıtası, kabir rabıtası gibi türleri var. Nakşibendî ulemanın rabıta ile ilgili birçok kitabı var. Bu kitaplarda rabıta açıklanıyor. Ben rabıtanın sahihliğine sahih bir hadiste başka bir delil olduğunu düşünüyorum. Bu hadis sahih olmasa bile bence rabıtanın sıhhatine halel gelmez, çünkü bu, tecrübeye dayalı konulardandır. Tecrübe, marife/bilgi araçlarındandır. Müslüman olarak benim nefis tezkiyesi yapmam gerekiyor ve sûfîler râbıtayı nefis tezkiyesinde işlevsel ve başarılı bir yöntem olarak keşfetmişler ve ona işlerlik kazandırmışlar. Az önce sözünü ettiğim hadis şu: Sahabe (r. anhum) diyor ki: Yâ Rasûlallâh, senin meclisinde olduğumuzda Allah’ı ve âhireti hatırlıyoruz. Dünya, çoluk çocuk eş, geçim endişesi hissetmiyoruz. Ancak meclisinizden ayrılıp evlerimizde döndüğümüzde her şeyi unutuyoruz ve eski halimize dönüyoruz.” Rasûlullâh (s.a.v) onlara, evlerinizde de benim meclisimde olduğunuz hali muhafaza etseydiniz melekler sizinle minderlerinizin üzerinde musafaha ederdi.” Bu ne anlama geliyor? Eğer insan meleklerle ve mele-i a’la ile beraber olma halini arzuluyorsa Efendimiz’in meclisinde yaşadığı hali evinde ve her yerde muhafaza etmelidir. Peki bu hal nasıl muhafaza edilecek? Kendilerini Efendimiz’in karşısında hayal edecekler. Sanki Rasûlullâh önlerinde oturmaktadır. Bu şekilde tasavvur edecekler ki bu hallerini muhafaza edebilsinler. Düşünün ki sürekli şöyle bir manzarayı gözümün önüne getiriyorum: Rasûlullâh önümde ve nuruyla beni kapsıyor… Nurun yoğunluğu bana Allah, âhiret ve din dışında her şeyi unutturuyor. Şimdi ben bu melekeyi nefsimde oluşturup geliştirebilirsem bu da bir tür rabıtadır… Rabıtaya benzeyen bir durum yani. Şeyhinin manevî bir boyutu var ve sen o boyuttan istifade edebilirsin. Sen şeyhinden uzak olduğun zamanlarda şeyhinin meclisinde ve onun huzurunda oturduğunu tahayyül edersen bu durumdan manevî anlamda istifade edersin. Bu yüzden, Nakşibendî tarikatındaki büyük âlimler râbıta yapıyordu. Mesela Şeyh Halid Bağdâdî … Fakih İbn Âbidîn, müfessir Mahmûd el-Âlûsî, büyük muhaddis ve fakih Muhammed Zâhid el-Kevserî

 

Bir şeyin bâtıl olması, Kitap ve Sünnet’in verileriyle çelişmesine bağlıdır. Ne Kitap’ta ne de Sünnet’te rabıtayı reddeden bir nass yoktur.

 

Tasavvufta tevessüle mutlak iman vardır. Yani sufîler Allah’ın iyi ruhlara bir kuvvet ve tasarruf yetkisi verdiğine inanılır. Allah Teâlâ, ölü ya da diri bu iyi ruhlara tasarruf kudreti lütfedebilir. Dolayısıyla eğer şeyh, istikamet ve maneviyat sahibi biriyse onda bu güç vardır… Allah Teâlâ ona bu gücü lütfetmiştir. Nakşibendî Tarikatında şeyh rabıtasından önce kabir rabıtası vardır. Kabir rabıtası insanı tevazu abidesi yapar… Onu dünyadan âhiret âlemine taşır. Çünkü bu rabıtada öldüğünü, yıkandığını, eşin dostun seni terkettiğini, kabre konulduğunu, sorgu meleklerinin geldiğini ilh. güçlü bir şekilde tahayyül ve tasavvur ediyorsun. Kabirdesin ve yanında sadece sâlih amellerin var. Bu haldeyken insana ne olur?! Tam bu hali yaşarken dilin “ilâhî ente maksûdî ve ridâke matlûbî” diyor. Kalbin bu halin içinde garkoluyor. Kalbin adeta eriyor. Yani on beş dakika ya da yarım saat böyle bir hali yaşadığında iç dünyanda değişiklikler başlıyor. Enfüsî devrim kıvılcımları böyle başlıyor. Tam bu haldeyken “estağfirullâh!” diyorsun. Dilin istiğfar ediyor kalbin istiğfarın manasına kilitleniyor… Tam bir ubudiyet ve huşu halini yaşıyorsun. Sonra gözlerini açıp “ilâhî ente maksûdî ve ridâke matlûbî” diyorsun. Yani Allah’ı zikre başlamadan önce tam bir hazırlık yapıyorsun… Zikre hazırlık safhası yani… Sonra şeyh rabıtasına sıra geliyor. Çünkü şeyh, mürid için bir araç. Yine aynı şeyleri yapıyorsun ve gözlerini açıp “ilâhî ente maksûdî ve ridâke matlûbî” diyorsun ve bundan sonra zikre başlıyorsun. Artık psikolojik olarak nefsini zikrullaha tam olarak hazırlamış durumdasın. Yani rabıtadaki hedefin, Allah’ı zikretmek için kalbi hazır hale getirmek, kalbi Allah’la beraber kılmaktır. Allah Rasûlü (s.a.v) Efendimiz buyuruyor: “Allah’ın seçkin kulları öyle kimselerdir ki görüldüklerine Allah’ı hatırlatırlar.” Bu ne demek? Sana Allah’ı hatırlatabilecek insanların var olduğudur. Mesela ben senin ehlullahtan olduğunu kabul ediyorum seni hatırlıyorum. Bu durum benim teveccühümü güçlendiriyor. Bu enfüsî hazırlıktan sonra oturup “Allaaah” dediğimde bu müthiş bir manevî enerji veriyor insana. İşte bu, insanın ancak yaşayarak bilebileceği ve öğrenebileceği bir zevken idrâk durumu.

 

Ömer Faruk Tokat: Hocam zaman ayırıp değerli mülahazalarınızı bizimle paylaştığınız için çok teşekkür ederiz. Din Muhammed: Ben teşekkür ederim. Allah, Rıhle dergisini muvaffak kılsın.

Yorum bırakın