Mehmed Zâhid Kotku Hocaefendi yâd ediliyor

20. yüzyılın önemli mürşidi kâmillerinden gönüller sultanı Mehmed Zâhid Kotku Hocaefendi, dünyaya gelişinin Hicri 118. yıldönümü vesilesiyle Kur’an- ı Kerim hatimleriyle ve özel programlarla yâd edildi.

AKRA FM’de 16 farklı programdan oluşan özel yayın akışıyla M. Zâhid Kotku Hocaefendi’nin fikirleri ve tavsiyeleri dinleyicilere aktarılırken, yâd günü akşam namazını müteakiben İskenderpaşa Camii’nde çeşitli programlar tertip edilecek.

AKRA FM’de, Hakk’ın rahmetine kavuşan Peygamber varislerinin, zat-ı muhteremlerin Mevlid Kandili’nde olduğu gibi doğumlarının Hicri yıldönümü vesilesiyle yâd edilmeleri geleneği sürüyor. M. Zahid Kotku Hocaefendi, doğumunun 118. yılı olan, Hicri 30 Muharrem 1433, Miladi 25 Aralık 2011 Pazar günü akşam namazını müteakip İskenderpaşa Camii’nde özel programlarla ve hatim dualarıyla, AKRA FM’de ise gün boyu sürecek özel yayın akışıyla yâd edilecek.

ESAD COŞAN HOCAEFENDİ’NİN DİLİNDEN M. ZAHİD KOTKU

Merhum Mahmud Esad Coşan Hocaefendi’nin 13 Kasım 1994’teki “Mehmed Zâhid Kotku Hocaefendi ve Âlimlere Duyulan İhtiyaç” ile 13 Kasım 2000 tarihinde İskender Camii’nde yaptığı “M. Zâhid Kotku Hocaefendi ve âlimlerin önemi” konulu sohbeti dinleyicilerin istifadesine sunuluyor.

Ayrıca M. Esad Coşan Hocaefendi’nin Başmakaleler-2 adlı eserinde yer alan “Mübarek Hocamız M. Zâhid Kotku Hazretleri İçin Yapılan Güzel Çalışmalar” ile “Sadık İhvanımızın Halis Hizmetleri” adlı makaleleri dinleyicilere aktarılacak.

İLİM ADAMLARI HOCAEFENDİ’Yİ ANLATIYOR

İskenderpaşa Camii’ndeki programda, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Mantık Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Tahir Yaren, M. Zahid Kotku Hocaefendi’nin “Sıdk, Sadakat, Doğruluk ve Ahde Vefa” konularına dair görüşlerini ve tavsiyelerini anlatacak. Sohbetin ardından okunan hatimlerin ve tesbihatın kabulü niyazıyla camide yapılacak hatim duası AKRA FM’den de yayınlanacak.

AKRA FM’de ayrıca farklı zaman ve mekânlarda yapılan Mehmed Zahid Kotku Hocaefendi’yi anma programlarında konuşan Yusuf Ziya Binatli, Ali Ulvi Kurucu, Raif Cilasun, Selçuk Eraydın, Akif İnan, Yusuf Türer, Yaşar Tunagür, Sabahaddin Zaim ve hafız Halil Necati Coşan gibi Hakk’ın rahmetine kavuşan önemli şahsiyetlerin hatıratları yayınlanacak.

İlim, fikir ve gönül önderi Mahmud Es’ad Coşan Hocaefendi ise doğumlarının 76. yılında,Hicri 13 Safer 1433, Miladi 7 Ocak 2012 Cumartesi günü akşam namazına müteakip iseİskenderpaşa Camii’nde özel programlarla ve hatim dualarıyla yâd edilecekler.

YÂD GÜNÜ ÖZEL YAYIN AKIŞI

03.00 – 03.45 : Hadisler Deryası Yâd Günü Özel Sohbeti
Merhum Mahmud Esad Coşan Hocaefendi’nin 22 Ocak 1990 tarihinde yaptığı “Âlimlere Hürmet Etmenin Önemi” konulu sohbeti dinleyicilerin istifadesine sunuluyor.

04.00 – 05.00 : Mehmed Zâhid Kotku Belgeseli
Hayri Küçükdeniz’in seslendirdiği belgeselde M. Zâhid Kotku (Rh.A.) Hocaefendi’nin hayatı anlatılıyor.

05.00 – 06.00 : Kur’an-ı Kerim Hatmi

06.00 – 07.30 : Kur’an-ı Kerim Meali

07.30 – 08.00 : Ummandan İnciler Yâd Günü Özel
M. Zâhid Kotku Hocaefendi’nin kendi sesinden Ummandan İnciler’de “Kuran-ı Kerim’i anlamak, Peygamber Efendimizi Sevmek ve Âlimlerin Önemi” konulu sohbet dinleyenlerin istifadesine sunuluyor.

08.00 – 09.30 : M. Zâhid Kotku Yâd Günü Özel Program – 1
Programda, Silsile-i Şerif’teki mürşidi kâmillerin, yaşadıkları dönemlerde İslam’ın anlaşılması ve yaşanması bakımından insanları eğitme metotları, güncel hayattaki sorunlara yönelik aldıkları tedbirler ve yönlendirmeleri yer alıyor.

09.30 – 09.45 : Günün Sohbeti Yâd Günü Özel
M. Esad Coşan Hocaefendi’nin “Bir Örnek Olarak M. Zahid Kotku Hocaefendi” konulu sohbetinden derlenen bölüm dinleyicilerin istifadesine sunuluyor.

09.45 – 10.00 : Tarihten İzler Yâd Günü Özel
Mehmed Zâhid Kotku Hocaefendi’nin hayatı kronolojik olarak dinleyicilere sunuluyor.

10.00 – 11.00 : M. Zâhid Kotku Yâd Günü Özel Program – 2
Mehmed Zâhid Kotku Hocaefendi’nin eserlerinden faydalanılarak hazırlanan programda “Her Devirde Âlimlere Duyulan İhtiyaç ve İlmin Önemi” konusundaki görüşleri dinleyicilere aktarılıyor.

11.10 – 12.00 : M. Zâhid Kotku Belgeseli

12.10 – 12.30 : Başmakaleler Yâd Günü Özel
Merhum M. Esad Coşan Hocaefendi’nin Başmakaleler-2 adlı eserinde yer alan “Mübarek Hocamız M. Zâhid Kotku Hazretleri İçin Yapılan Güzel Çalışmalar” ile “Sadık İhvanımızın Halis Hizmetleri” adlı makaleleri seslendiriliyor.

12.30 – 13.00 : Kur’an-ı Kerim Meali
İlimle ve âlimlerin vasıflarıyla ilgili ayeti kerimelerin meali dinleyicilere aktarılıyor.

13.00 – 14.00 : M. Zâhid Kotku Yâd Günü Özel Program – 3
Programda “Sıdk, Sadakat ve Doğruluk” konularındaki ayet-i kerimeler ve hadis-i şerifler yer alıyor.

14.00 – 15.00 : M. Zâhid Kotku Yâd Günü Özel Program – 4
Mehmed Zâhid Kotku Hocaefendi’nin eserlerinden ve sesli sohbetlerinden istifade edilerek hazırlanan programda “Sıdkın Mahiyeti, Sadıkların Vasıfları, Doğru Sözün Önemi, Bağlılığın Gerektirdikleri ve İtaat” konularındaki görüşleri belgesel tarzında dinleyicilere aktarılıyor.

15.00 – 15.45 : M. Es’ad Coşan Hocaefendi’nin dilinden M. Zahid Kotku Hocaefendi
Merhum M. Es’ad Coşan Hocaefendi’nin, çeşitli zaman ve mekânlarda Mehmed Zahid Kotku Hocaefendi’yi anma programlarında yaptığı konuşmalardan yapılan derleme dinleyicilerin istifadesine sunuluyor.

16.00 – 17.00 : M. Zâhid Kotku Yâd Günü Özel Program – 5
M. Esad Coşan Hocaefendi’nin Başmakaleler 1, 2 ve 3 eserlerinden istifade edilerek hazırlanan programda “M. Zâhid Kotku Hocaefendi’nin İlme ve Âlime Verdiği Önem” konusundaki yazıları yer alıyor.

18.00 -18.30 : Ummandan İnciler Yâd Özel

18.45 – 19.00 : Günün Sohbeti Yâd Günü Özel

19.00 – 20.00 : M. Zâhid Kotku Yâd Günü Özel Söyleşisi
İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Tahir Yaren’in konuk olduğu programda M. Zâhid Kotku Hocaefendi’nin “Sıdk, Sadakat, Doğruluk Üzerine Fikirleri ve Tavsiyeleri” anlatılıyor.

20.00 – 21.00 : M. Zâhid Kotku Yâd Günü Özel Program – 3
Programda “Sıdk, Sadakat ve Doğruluk” konularındaki ayet-i kerimeler ve hadis-i şerifler yer alıyor.

21.00 – 21.45 : M. Zâhid Kotku Yâd Günü Özel Sohbeti
Merhum M. Esad Coşan Hocaefendi’nin 13 Kasım 1992 tarihinde Süleymaniye Camii’nde yaptığı“M. Zahid Kotku Hocaefendi ve Teslimiyet” konulu sohbeti dinleyicilerin istifadesine sunuluyor.

22.00 – 22.30 : YÂD GÜNÜ HATİM DUASI
Yâd günü vesilesiyle Türkiye’de ve dünyanın farklı ülkelerinde okunan hatimlerin ve tesbihatın kabulü niyazıyla İskenderpaşa Camii’nde yapılacak hatim duası dinleyicilere aktarılacak.

22.30 – 24.00 : Mehmed Zâhid Kotku Hatıraları
Çeşitli zaman ve mekânlarda gerçekleştirilen Mehmed Zâhid Kotku Hocaefendi’yi anma programlarında konuşan Yusuf Ziya Binatlı, Ali Ulvi Kurucu, Raif Cilasun, Selçuk Eraydın, Akif İnan, Yusuf Türer, Yaşar Tunagür, Sabahaddin Zaim ve hafız Halil Necati Coşanamca gibi Hakk’ın rahmetine kavuşan önemli şahsiyetlerin hatıratları dinleyicilerle paylaşılıyor.

24.00 – 01.00 : M. Zâhid Kotku Yâd Günü Özel Program-2

01.00 – 02.00 : M. Zâhid Kotku Yâd Günü Özel Program-4

03.00 – 03.40 : Hadisler Deryası Yâd Günü Özel Sohbeti

03.40 – 04.00 : YÂD GÜNÜ HATİM DUASI

04.00 – 05.00 : M. Zâhid Kotku Yâd Günü Özel Söyleşisi

İdealist bir mahkûm, Salih Mirzabeyoğlu

        Mustafa Topaloğlu/23 Aralık 2011

Belediyeler, vakıflar, kurum ve kuruluşlar, “üstat Necip Fazıl Kısakürek” için organizeler yapılıyorlar, lüks salonlarda anma programları, kitap sergileri ve tanıtım programları yapılıyorlar…

İslâmi kesim bu mirası tepe tepe kullanıyor.

Bunlar sevindirici ve gurur verici etkinlikler.

Ancak, onun talebesi olan, onun yolunda hayatını feda eden bir bakıma öğrencisi ve savunucusu olan, “Salih Mizrabeyoğlu” cezaevinde çile dolduruyor, işkence görüyor ve sürgünden sürgüne gönderiliyor… Lüks salonlarda ve rahat koltuklarda miras yemek ve ego tatmini yapmakla herkes görevini yaptığını sanıyor. Adaletin temsili binalarında, adaletsizlik ve hukuksuzlukla boğuşan idealist bir fikir adamı, haksız yere mahkûm edilmiş, fiili olarak suç unsuru tespit edilememiş ama 28 Şubat sürecinin kurbanı olarak “ömür boyu hapse mahkûm edilmiş.” Camianın içerisinde olan pek çok kişi bunun farkında bile değil!.. Salih Mirzabeycğlu ne suç işlemiş de “müebbete mahkûm” olmuş?..

İşin ilginç tarafı, terör örgütü avukatlarından eski hâkim Metin Çetinbaş tarafından verilen bu idam cezasının hatalı olduğunu şimdi itiraf ediyor.

“Biz Mirzabeyoğlu davasında o günkü şartlara göre karar verdik, Mirzabeyoğlu davasında hata yapmış olabilirim” itirafını yapıyor.

Bununla beraber, 28 Şubat darbesinin canlı şahitlerinden Av. Doğan Yıldırım; “Harbiye’de gizli bir toplantı yapıldı, önemli kararlar alındı. O toplantıya katılanlardan biri de, hakim Metin Çetinbaş idi… Çetinbaş, brifingte alınan kararlar doğrultusunda Salih Mirzabeyoğlu’na idam cezası verdi” açıklamasını yaptı. Hakim Metin Çetinbaş; daha sonra yaptığı açıklamada; “Verdiğim karar yüzde yüz doğrudur diyemiyorum… Biz o günkü şartlara göre karar verdik, hata yapmış olabiliriz” diyerek, brifingte alınan kararlara gönderme yapmıştı…

Ayrıca, Adana DGM’nin; “Mirzabeyoğlu dosyasının takipsizliğine” karar vermiş olması da, hakim Metin Çetinbaş’ın; “Brifingte alınan kararları uyguladığı” yorumlarını güçlendiriyor.

Bu dava, Adana DGM tarafından reddedilmiş ve Mirzabeyoğlu’nun faaliyetlerinin “örgüt lideri” sayılmasına yeterli delil oluşturmayacağına karar vermişti.

Durum bu kadar net ortada iken 60 civarında kitap yazmaktan, fikir üretmekten, konuşmaktan, tartışmaktan başka bir eylemi bulunmayan Mirzabeyoğlu’nun “Anayasal düzeni cebir ile değiştirme” suçundan müebbet hapis cezasına çarptırılmış bulunması, “hangi demokrasiye, hangi hukuka, hangi fikir özgülüğüne sığıyor.”

Ortada ne örgüt var, ne hiyerarşik bir yapı, ne de bir organize var?.. Var sayımlarla, kitaplarından alınan bazı bölümleri kendilerine göre yorumlayıp suç teşkil etmek ancak bizim gibi, “ideolojik ve ön yargılı” sözüm ona hukukçulara yakışır.

Üstelik dünyanın ve Türkiye’nin geldiği sözde “ileri demokrasi” lafları ortada dolaşırken…

Salih Mirzabeyoğlu, on bir yıldan beri hapiste.

Yakın döneme kadar devletin koruması ve güvencesi altında işkence görüyordu.

Öylesine işkence, öylesine zulüm gördü ki beyin fonksiyonu işlemez hale gelmişti.

Şimdi öğreniyoruz ki bu işkence, “Telegram- zihin kontrol işkencesi” adı verilen bir işkenceymiş.

Bu olay, kamuoyu tarafından tepkiyle karşılandı ama bizim medya maalesef bunun üzerinde pek durmadı. Birkaç köşe yazarı bunu yazmasaydı, bu işkencenin vahim boyutunu da bilmeyecektik.

Gerçek “hukuktan” “demokrasiden” ” özgürlükten” ve “şeffaflıktan” bahsediyorsak geçmişte mağdur edilen ne kadar insanlar varsa, sağcısının-solcusunun ve bütün mağdurların itibarları verilmeli. “Dersim olayları” bu işin başlangıcı olmalı.

Bu işin peşini bırakmadan sonuna kadar mutlaka gidilmeli. Geçmişin kirli çamaşırları aklanmadan, geleceğin “aydın Türkiye” si olamaz.

28 Şubat sürecinin mağduru Salih Mirzabeyoğlu’nun suçunun ne olduğu şaibeler ve varsayımlarla dolu (!..)

Suçun mahiyetini kimse bilmiyor.

Ortada “somut deliller” olmadığı gibi “brifinglerde” alınan kararlar sonucunda mahkûm edildiğini artık hepimiz biliyoruz. Sonuç itibariyle Salih Mirzabeyoğlu, serbest kalsın, salı verilsin veya af edilsin demiyoruz ama “yeniden yargılansın” diyoruz.

Balyoz Darbe Planı Sonrası Ustaosmanoğlu’na Tutuklama!

Balyoz Darbe Planı soruşturması kapsamında yapılan aramalarda darbe sonrası tutuklanacakların isim listesi bulundu. Eğer darbe başarıya ulaşsaydı, ilk tutuklanacaklar arasında Milli Görüş hareketinin merhum lideri Prof. Dr. Necmettin Erbakan, Furkan Dergisi Genel Yayın Yönetmeni (Mahmud Ustaosmanoğlu Hz. Yeğeni) Sadettin Ustaosmanoğlu, Nurettin Coşan vardı.

Darbenin Çarşaf Eylem Planı çerçevesinde hazırlandığı öne sürülen ve 3. Balyoz İddianamesinin ek delil klasörlerine giren tutuklanacak listelerinin altında İstihbarat Şube Müdürü Kıdemli Albay Kubilay Aktaş’ın imzası var.

Tutuklanacak kanaat Önderleri

Darbenin ardından devreye sokulacak sakal eylem planında o dönem 75 yaşında olan Erbakan da tıpkı 12 Eylül askeri darbesi gibi tutuklanarak cezaevine konulacaktı. 28 Şubat Post Modern Darbe sürecinde de sadece ifadesi alınmak üzere emniyete götürülen Sadettin Ustaosmanoğlu ise “yukarıdan bastırıyorlar” diyenlerin nezaretinde 18 yıla mahkum olup  8 yılı cezaevinde geçti.

Gözaltına alınacak ‘irticai grup liderleri’ listesindeki Nurettin Coşan, Saadettin Ustaosmanoğlu, Necmettin Erbakan, darbenin ardından tutuklanacaktı.

Çok geniş kapsamlı istihbarat çalışması

Klasörlere giren fişleme belgelerinin, çok geniş istihbarat çalışmasının ardından yapıldığı anlaşılıyor. Sakarya, Kocaeli, Düzce, İstanbul gibi şehirlerde binlerce kişinin “Milli Görüşçü, Nurcu, Süleymancı” diye fişlendiği ve darbenin ardından tutuklanacağı ortaya çıktı.

 

Saadettin Ustaosmanoğlu Kimdir?

İsmailağa cemaatinin lideri Şeyh Mahmud Ustaosmanoğlu Hazretleri’nin yeğeni ve İBDA-C denince hareketin lideri Salih Mirzabeyoğlu’ndan sonra ilk akla gelen isim olan Saadettin Ustaosmanoğlu 1959 Trabzon doğumlu. Kendi ifadesiyle “ilk ve ortaokul sonrası medrese eğitimi” görmüş. 1999-2005 yılları arası İBDA-C davasından Metris, Kartal ve Bolu F Tipi cezaevlerinde yatmış ve Mirzabeyoğlu’nun hapis arkadaşı olmuş. Cezaevine girmeden önce Furkan dergisini çıkaran Saadettin Ustaosmanoğlu şu an Yeni Furkan dergisinin genel yayın yönetmenliğini yapıyor.

Ayasofya Kararnamesi’ndeki Tuhaf İmza!

Ayasofya’nın müze yapılmasıyla ilgili süreç yakın tarihin bilinmeyenlerinin en fazla olduğu süreçlerden birisi aslında. Konunun farklı ve derin yönleri var. Ama sadece Ayasofya’yı cami olmaktan çıkarıp, müze yapan kararnamedeki Reisicumhur imzası bile kafaları karıştırmaya yetiyor.
24.11.1934 tarihli kararnamedeki Kemal Atatürk imzası ile diğer belgelerdeki Kemal Atatürk imzaları arasında farkın belirginliği oldukça dikkat çekici. Ayasofya kararnamesindeki Kemal Atatürk imzanın bir başka örneğinin olmayışı da şüpheleri güçlendiriyor.

DÜNYA’DA YENİ DEVİR KOLLEKTİF ŞUUR!

İnsanlığın gözünün içine baka baka Mavi Marmara’da Cinayet işleyen Terörist İsrail Devletine gösterilen müsamaha Batının gerçek yüzünü göstermektedir. Aynı zihniyetin her alanda baskısını hissettirdiği gibi spor sahasını da boş bırakması düşünülemezdi.. Kaldı ki bunlar bu işi icad edenler..

Spor adına MEŞİN TOPU’yla Dünya’nın her yerindeki insanları HEDEFSİZ TOPLUM ÇATISI ALTINDA toplamaya büyük çaba verildiği ortada. Fiziksel olarak spor yapan kişiyle seyreden kişi arasındaki fark da ortada. Dünya’da trübin algısını icad edenlerin çizdiği çerçeve tarihi süreç içinde onlarca yıl yürüdü. Kanunların işlenişi de onlara göre işletmek gibi bir durum söz konusu oldu.. Meşin topu etrafında insanları çekillendiren mevcut rejimler şimdi ise değişen dünya konjenktöründe şuurların açılarak sahalara inmesini ENGELLEMEYE çalışmakta.

Bunun en yakın misali Kayseri’de oynanan bir basketbol maçında İsrail aleyhine slogan atan 30 gencin ‘İsrail’e hakaretten’ yargılanıyor olması.

Seyredilen sporun şuursuz bir toplum tarafından oluşmasını isteyen rejimler, eleştiriye ve protestoya yargılama yolunu gösterenler dünya’daki kaçınılmaz değişimin ne kadar farkındalar? Dünya’da yeni devir kollektif şuur çağı…

HALKIN KARŞISINDA ASIL YARGILANACAK OLANLAR SPOR’U METÂ HALİNE GETİRENLER!

İSRAİL’İ PROTESTOYA YARGILAMA TÜRKİYE’YE YAKIŞMAZ!

İSRAİL’E PROTESTOYA YARGILAMA TÜRKİYE’YE YAKIŞMAZ!

 

Kayseri’de oynanan bir basketbol maçında İsrail aleyhine slogan atan 30 genç ‘İsrail’e hakaretten’ yargılanıyor.

İddianamade para cezasını öngören 14-1 yerine, hapis cezasını öngören ağırlaştırılmış 14-2’den cezalandırılmalı isteniyor.

“Kahrolsun İsrail” sloganı atarak “din, dil, ırk, etnik köken, cinsiyet veya mezhep farkı gözeterek” İsrail’e hakaretten 30 genç; eski “şike” kanununa göre iki yıla kadar, yeni haliyle bir yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılmak üzere yargılanacak.

İddia makamına göre, gençlerin suçu sadece İsrail aleyhinde slogan atmak ve Filistin bayrakları açmak…

Konu ile ilgili iddianamede şöyle deniliyor, “Yukarıda açık kimliği yazılı şüphelilerin şuç tarihinde Kayseri Kadirhas Kongre ve Spor Merkezi’inde oynanan Kayseri Kaski Spor ile, İsrail Ülkesinin Maccabi Bnot takımları arasında oynanan Euro CUP kadınlar basketbol müsabakası sırasında açık kimliği yazılı şüphelilerin maçı izledikleri sırada toplu olarak Filistin bayrakları açtığı ve yine hep birlikte “Kahrolsun İsrail” şeklinde slogan atmak suretiyle şüphelilerin üzerlerine atılı Din, Dil, Irk, Etnik Köken, Cinsiyet Veya Mezhep Farkı Gözeterek Hakaret suçlarını işledikleri anlaşıldığından…”

 


 

İSMAİLAĞA REJİM İÇİN TEHDİT

Dönemin Genelkurmay 2. Başkanı Emekli Orgeneral Çevik Bir tarafından kurulan ve Refahyol hükümetini devirmek için faaliyet yürüten Batı Çalışma Grubu (BÇG)’nun STK’ları isim isim fişlediği ortaya çıktı.

1995-1997 yılları arasında Deniz Kuvvetleri Komutanlığı Kurmay Başkanı olan, 1997-1998 tarihleri arasında Kuzey Deniz Saha Komutanlığı görevine terfi ettirilen Koramiral Aydan EROL’un, Genelkurmay Başkanlığı ve tüm kuvvet komutanlıklarının bilgisi dahilinde Sivil Toplum Kuruluşlarının araştırılması için alk komutanlıklara emir verdiği ortaya çıktı.

Gizli/Kişiye gizlilik derecesi ile hazırlanan ve ivedi olduğu belirtilen emirlere Rotahaber ulaştı. Söz konusu belgelerde Koramiral Erol, Batı Çalışma Grubu faaliyetlerine yönelik olarak bazı bilgilerin derlenmesi gerektiğini belirterek, tüm dernek, vakıf, meslek kuruluşları, işçi ve işveren sendikaları ve konfederasyonları, yüksek öğrenim kurumları, özel ve kamu tüm yurtlar, yerel televizyon, gazete, dergi ve diğer basın kuruluşları hakkında araştırma yapılmasını istiyor.

İşte “Aşırı İslamcı unsurlar ve Vakıfların bağlı bulunduğu tarikat ve dinî akımlar” başlığı verilen cemaat, tarikat, grup ya da vakıflar şöyle:

Cübbeli Ahmet Hoca Oda tv’yi Yalanladı! Şimdi Ne Diyecekler?

Bugünlerde ismailağanın hamisi gibi gözüken oda tv, Cübbeli Ahmet Hoca’yı savunmak adına kendi hesablarını  görmekte pek bir maharetle -haydar haydar- gidiyordu..

Fakat, akşam uydurdukları yalanlara sabah kalktıklarında kendileri de inanıyorlar herhalde ki, dün eleştirirken bugün övdükleriyle, savunuyoruz dedikleri kişiler hep aynı kefeye giriyor. Nasıl bir tablodur ki bir renk cümbüşüdür gidiyor. Gerçi bakış açısı çook önemli.. Bütünü göreyim derken insan, murâdı göremez. parçayı yakalıyım derken resmi kendi gözünün içine sokar ya, zaten nasibi de o kadardır.

“Murâd” ise bunların anladığı dile çok uzak zaten, önce mürid olmalı ki insan sonra murâd olsun-olunsun.  Mü’minler Allah’a tam boyun eğip hayatlarını idame ettirenler olduğuna göre..

nisbetlerini islam’a kurmayan insanlar ise kendi farklı inanç sistemlerini -onlara Allah teala tarafından belirlenen süre içinde- yaşarlar.

Bunların hali üstad Necip Fazıl’ın, “etek öpmeyenler secde ettiler” dediği kabildendir. ve bu taife o günlerden bugüne kadar bir mevkii temsil etmekte..

Kemal tahir, Osmanlı mirasının apar topar tasfiye edilmesinden bahsederken günü gelip, bu mirasın kendini dayatacağını söyler.. İnsan önce üzerinde bulunduğu işin ruhuna ermeli ki, manasını yaşatabilsin. Bu küçük çapta çekirdek aile yapısında karşılığını beklerken, toplum planında nasıl olmasın.. Kaldı ki insanımızın zihinini işgal edenler, bugünlerde de aynı mevkilerinden hesaplar görme peşindeler ve ila ahir böyle yapacaklar.

Gelelim odatv de yayınlanan Cübbeli Ahmet Hoca ile alakalı – onca gayretli- yazılara..

Odatv, ‘Peki Neden Sızıntılar Hep Nakşi’ başlıklı yazıda, Cübbeli ahmet hocayı savunmak adı altında sundukları yazıda Ergenekon davasından tutukluları savunuyor;

 “İlhan Cihaner’in Erzincan’da yürüttüğü soruşturmanın bir ayağı Gülen cemaatini hedef alıyordu. Ancak Gülen cemaati hakkında kamuoyuna bilgi sızmadı. Cihaner’in gözaltına alınmasının ardından Nakşibendi cemaatinin İstanbul Belediyesi’ne uzanan ilişkileri ortaya döküldü.”

Bu nasıl bir garabet, nereden tutulsa insanın elinde kalır kabilinden şeyler oluyor bu ‘oda’da..

Yazıda geçen ‘Nakşibendi’ cemaatinden kasıtları İsmailağa cemaati. Meseleyi ‘Nakşibendi’ diyerek yumuşatmaya çalışma gayretleri malum.Halbuki süreç belli, İlhan Cihaner’in İsmailağa cemaatine bağlı kişiler üzerinden soruşturma başlatarak telefonlarını dinlettirmeleri ve buna bağlı gelişen hadiseler. O günlerde İlhan Cihaner’in yaptığı soruşturmanın telefon kayıtlarıyla birlikte savunucusu olup İsmailağa’ya ve İsmailağa üzerinden bir yerlere vuran Odatv, bugün yine İsmailağa üzerinden bir yerlere niye vurmaya çalışır.

Yine Oda tv;

“Türkiye’de nakşibendiliğin en güçlü kollarından biri“İsmailağa”adı verilen, Mahmut Usta Osmanoğlu’nun şeyhliğini yaptığı grup. Şeyh Usta Osmanoğlu uzun zamandır hastalıklarıyla mücadele ediyor. Yaşlı… bu durum ister istemez postnişine kimin oturacağı tartışmalarını doğuruyor.

En güçlü isimlerden biri Cübbeli Ahmet Hoca…

Cübbeli Ahmet Hocanın tarikatın başına geçmemesi için”birileri”kolları sıvadı”

“Cübbeli Ahmet’in İsmailağa tarikatının başındaki Mahmut Ustaosmanoğlu’nun postnişine oturacağını herkes biliyor.” der..

Tasavvufun, Allah’ın insanlara iç alem düzenini şekillendirmek için sunduğu nimeti olduğuna göre; İnsan bu yolda makam-para-kadın gibi hiçbir nefsani hatalara düşmeden mevlanın rızasını kazanmanın yollarını arar.

Böyle bir yolda ise şekilcilik yoktur. İş tamamen ruhun takamülünde yürür ve ahlaki zemin üzerinde seyr eder. Böylece fertten topluma geniş bir yelpazede İslam’a nisbetle bütün gereklikler kendiliğinden zuhura gelir.

İnsan böyle bir ahlakın eğitimini almayınca da şekil üzerinden giderek Oda tv gibi şöyle bir hadsizliğe düşer; “Şeyh Usta Osmanoğlu uzun zamandır hastalıklarıyla mücadele ediyor. Yaşlı… bu durum ister istemez postnişine kimin oturacağı tartışmalarını doğuruyor.”

Nakşibendi yolu asla kamu kuruluşu gibi işlemez ve böyle bir yapısının da olmadığına göre Odatv bu algıya nasıl kapıldı acaba?

Ve kendi zihinlerindeki Cübbeli Ahmet Hoca algısını şöyle tarif ediyor Odatv;

“Cübbeli Ahmet Hoca renkli bir figür..”

Ayrıca ‘Cübbeli Olayının Altında Aslında Ne Var’ yazısında ise ;

 “Arifan Dergisi’ne geçmişte savunduklarının aksine Türk bayrağı ve Atatürk fotoğrafı astı” diyerek çizdiği Cübbeli Hoca portresinin kabul tarafı nedir?

Oda tv’nin savundukları arasında  İsmailağa’da kılık kıyafet değiştirerek cemaat içinde nöbet tutan, kurslara girip arapça okuduklarını söyleyen ergenekon sanıkları olmakla birlikte, Doğu Perinçek gibi İslam Düşmanı şahıslarıda barındırıyor.

Ayrıca Gülen Cemaati ile kayıkçı kavgası estiren Oda tv, Cübbeli Ahmet Hoca’nın Babası Yusuf Ünlü’nün vakit gazetesine verdiği röportaja ne der;

“Cübbeli ahmet Hoca’nın babası Yusuf Ünlü, Cübbeli Ahmet Hoca’nın Kendisine İlettiği Cümleleri Şöyle Aktardı:

“Fetullah Gülen Hocaefendi İle Bizi Ters Düşürmeye Çalışıyorlar. Birileri Böyle Bir Tezgah Kuruyorlar. Bu Durum Beni Çok Rahatsız Ediyor. Efendi Hazretleri Fetullah Gülen’i Çok Sever,HürmetimVardırKendisineKarşı. Onun Her Hareketinin İslam’a Uygun Olduğuna İnanan Bir İnsanım. Fakat Bunu Başka Türlü Yorumluyorlar. Bazı Yönlerden Birbirimize Karşıymışız Gibi İzlenim Veriyorlar. Bizim Bu İşlerle En Ufak Bir Alakamız Yok. Nurcu Kardeşlerimizin Bu Dolduruşlara Gelmemesini İsterim. Kendi Cemaatim De Böyle Dolduruşlara Gelmesin. Birbirimize Düşmemeliyiz. Ayırıcı Değil, Birleştirici Olmak İstiyoruz. Çetebaşı Dışarıda Ama, Bizi İçeri Aldılar.”

EEE…  Her alanda Cübbeli Ahmet Hoca’yı tasdik ederek savunduğunu iddia eden Oda tv şimdi bu haberi nasıl görecek?

Cüppeli’nin suçu evinin perdesinin kadife olması mı?

 Ali Karahasanoğlu – Yeni Akit
Cübbeli Ahmet Hoca’nın tutuklanmasının yankıları sürüyor. Henüz sadece iddialardan ibaret olan bu olayda nasıl bir tavır sergileyeceği en çok merak edilen medya organlarından Akit’te çarpıcı bir Cübbeli yazısı yayınlandı.

Akit Gazetesi Yazı İşleri Müdürü Ali İhsan Karahasanoğlubugünkü yazısında “Cübbeli’nin suçu evinin perdesinin kadife olması mı?” diye sordu.

Akit Yazı İşleri Müdürü Karahasanoğlu’nun “Cübbeli yazısı” şöyle:

Soru şu: “Cübbeli Ahmet Hoca’ya ait olduğu ileri sürülen bir evde, polislerin çekmeceleri karıştırırken
göründüğü kamera kayıtları ile, ne denilmek isteniyor? Evdeki kadife perdeler uzun uzun gösterilerek, ne mesaj verilmek isteniyor?”

“Polisin dağıttığı kareler.. Mahkeme kararı ile gerçekleştirilen aramada polis kamerasına yansıyan görüntülere göre…” başlıkları ile yayınlanan haberlerle, ne yapılmak isteniyor?

Eli kanlı katillerin evlerine bile girildiğinde, suç delilleri aranırken çekilen kamera kayıtlarını, kimsenin görme imkanı yok iken..

Polisin, Cübbeli Ahmet Hoca’ya reva gördüğü muamelenin anlamı nedir?

“Ahşap duvar saati”nin.. “Porselen vazolar”ın… “İşlemeli çekmeceler”in döndüre döndüre gösterilmesinin anlamı nedir?..

Ne olmuştur da, cezaevine gönderilen bir hocanın evindeki perdelerin kadifeden olduğunun tesbiti, polis görüntüleri ile “medyaya servis”edilmiştir? Ne olmuştur da, Ergenekon sanıklarında bile saygı duyulan özel hayat, Hoca’da delik-deşik edilmiştir..

Kadifeden perdeler, suç delili mi oldu bu ülkede?

Hemen belirtmeliyim, “Biz isterdik ki, hocamız, Hz. Peygamber’in; kimi zaman aç kalıp, karnına taş bağladığı örnekliği yaşasın, bize de örneklik etsin” diyebilirsiniz. “Bir çarşafı penceresine assa, öyle korusaydı, mahremiyetini” diyebilirsiniz..

Sonsuz saygım var..
Ama, “kadife perde”den hareketle, polisin/savcının yaptığı o çirkin isnatların doğruluğunu da, tescilleyemezsiniz herhalde!

Onun için diyorum ki; Ergenekon sanıklarının hiçbirisinde görmediğimiz, evdeki suç konusu olmayan eşyaların görüntüsünü çekip, medyaya servis edilmesi işlemi, Cübbeli Hoca’ya reva görüldüyse..

Bu; kompleksli tavrın delilidir. “Ergenekon sanıklarına zulmediliyor”eleştirileri, “Cübbeli Hoca ateşe atılarak, dengelenmek isteniyor”demektir.

Ve bu sebeple, hocaya komplo kurulmak istendiği konusundaki savunma ciddileşmektedir.

O kadar ağır isnatlara rağmen, hoca ile ilgili gösterecekleri tek somut delil yok da, evinin perdelerinin kadife olmasından medet umuyorlarsa, polis de savcı da vahim bir hata içinde demektir.

Hocayı suçlamak için, bugün geldiğimiz son noktada “penceresinden bakıldığında denizin görüldüğü” bilgisinden medet umulması, önceki çirkin iddiaların da, bir kompleksten kaynaklanmış olabileceği şüphesini bende doğurdu.

Öyle ya.. “Polis, sürekli sol kesimden insanları gözaltına alıyor. Ergenekon sanıklarına zulmediyor” eleştirilerini dindirmek ve dengelemek için, hocanın evindeki suçla ilgisiz özel eşyaları TV’lere servis edildi ise..

Hocaya yönelik, o çok ağır; hoca ile yanyana getirmek bile istemediğim isnatlar da, sistemin kompleksinden kaynaklanıyor olamaz mı?

Nasıl yani?

Şöyle: Hoca sürekli eleştiriyor ya.. “Zina etmeyin, fuhuşa bulaşmayın” diye….
Bu sistem de, zinayı serbest bırakarak, büyük bir hataya imza attı ya.. Fuhuş; devlet eliyle resmen vesika verilerek, vergi levhası astırılarak yaptırılıyor ya..

“Sen bizim, çok vahim bu iki hatamızı sürekli dile getirirsen, biz de sana böyle bir çamur atarız” denilmiş olamaz mı?

Samimi olmak lazım..

O suçlamaları Hoca’ya yapan resmi makamlar, gerçekten o fiillerin suç olduğunu düşünüyorlarsa, malûm evlerin kapısına dayanıp, hemen mühürü niye vurmuyorlar?

Hayır; “Malûm evleri kapatmıyorsanız, dindar insanlar bu işlere bulaştığında da, onlara karışamazsınız” iddiasında değilim. Hepimiz, her halükarda, o haramın en uzağında duracağız.

Durulmuştur da, inşaallah.

Ama sistemin egemenleri cevap versin: “Bu ülkede, zina serbest değil mi? Fuhuşun, Ceza Kanunu’nda tanımını bile yapmadığınız yalan mı?”

Şaka yapmıyorum.

Hocaya yapılan o yakışıksız isnatlara inanmasam da.. İddia edilen olayların, başkalarının her gün tekrarladığı olağan işler olduğunu ve kimsenin bu suçtan tutuklanmadığını bildiğimden, kanundaki düzenlemeyi, büyük bir dikkatle bir daha okudum.

Aaa! O ne? Fuhuşun tanımını bile yapmamışlar!

Direkt konuya girmişler, “Bir kimse, küçük çocuğu fuhuşa teşvik ederse!..”

Önce şu fuhuşu tanımlasana be arkadaş!

Tanımla ki; ikinci bir hanımla evlenmek isteyen bir Müslümanın fiiline, siz fuhuş mu diyorsunuz, bilelim.

Ahmet Hoca, kendisine bu yönde isnat edilenlerin de doğru olmadığını açıkladı ama..
İddia edildiği hali ile bakalım: “Kadına nikahlanmak istediğini söylediği ve kadının çalışmayıp, evde oturmasının istendiği..” 

Eee?!

Bu teklif, fuhuşa mı girer size göre?

“Nikahlanmak”.. Ve “evde oturmak”.. 

Bunlar fuhuşun delilleri midir beyler?

Bu; fuhuşa mı girer, yoksa aile kurmaya mı?

Tekrar hatırlatayım. Hoca bunu kabul etmiyor!

Yine hatırlatayım, bugünkü şartlarda, milyonda bir diyebileceğimiz çok istisnai durumlar haricinde,

Müslümanların ikinci hanım muhabbeti yapmasını bile doğru bulmam..

Ama; şu an, Ahmet Hoca’ya o ağır isnatları yapan, o isnatla tutuklandığını açıklayan savcılık, hakim açıklasa ya: “Nedir, Ahmet Hoca’ya isnat ettiğiniz somut eylem?”

“Ev perdelerinin kadifeden olması” mı?

Devletin Patrikhaneye Karşı İsmailağa Kozu

T24 – Selin ONGUN
songun@t24.com.tr‘Devlet Patrikhane’ye karşı İsmailağa’nın varlığından memnun’

“Ilımlı İslam için Tayyip Erdoğan ve Fethullah Gülen’e rol verildi. İsmailağa da ılımlı İslam’a dahil edilmeye çalışılıyor. İsmailağa cemaatini Gülen cemaati çatısı altına alınmasını engelledik. Tayyip Erdoğan’ın bizim için söylediği , ‘Bunları  merkeze çekelim’ sözlerinden hareket etmeye yeltendiler. Zaman gazetesi İsmailağa’nın  içine sokuldu. Efendi Hazretleri Mahmut Ustaosmanoğlu için ılımlı İslam’a karşı değil gibi  bir imajı yansıtmak istediler. Burada AK Parti kullanıldı (…) Gülen cemaatine ve AKP’ye şeriatı sulandırdıkları için karşıyız. Şeriat istiyorlar tabii ki. Tabanı tamamen samimidir.”

Bu sözler, Nakşibendi geleneğinin Türkiye’deki etkin grupları arasında gösterilen İsmailağa cemaatinin lideri Mahmut Ustaosmanoğlu’nun yeğeni Saadettin Ustaosmanoğlu’na ait. Saadettin Ustaosmanoğlu ile cemaatin merkezi olarak bilinen Fatih’teki Çarşamba semtinde görüştük.

İlk ve ortaokul sonrası medrese eğitimi alan Ustaosmanoğlu, İsmailağa cemaatinin erkek üyeleri arasında yaygın olarak kabul gören şalvar, cübbe ya da sarık giymiyor. Cemaatin entelektüellerinden biri olarak işaret edilen Ustaosmanoğlu, 1999-2005 yılları arası İslami Büyük Doğu Akıncılar Cephesi (İBDA-C) davasından Metris, Kartal ve Bolu F Tipi cezaevlerinde yattı. Cezaevine girmeden önce Furkan dergisini çıkaran Saadettin Ustaosmanoğlu halen Yeni Furkan dergisinin Genel Yayın Yönetmenliği’ni yapıyor.

Ustaosmanoğlu, İsmailağa’nın lideri Mahmut Ustaosmanoğlu’nun (79) sağlık sorunları nedeniyle geri çekilmesinden sonra cemaatte yaşananları T24’e anlattı.

Kamuoyunda “Cübbeli Ahmet Hoca” olarak bilinen Ahmet Mahmut Ünlü’nün, Emr-i Bil –ma’ruf  grubunun önemli bir üyesi tarafından İsmailağa cemaati lideri Mahmut Ustaosmanoğlu’na  “Zekât paralarını yiyorsun bunu yapma” iddiasıyla şikâyet edildiğini söyleyen Ustaosmanoğlu www.t24.com.tr’ nin sorularını yanıtladı.

Cübbeli’nin servetinin kaynağı nedir? Zekât paralarını yemekle suçlanan Cübbeli cemaatten ihraç edilebilir mi? Cemaatin lideri Mahmut Ustasomanoğu İBDA’ya karşı mı? İsmailağa cemaati AKP ve Fethullah Gülen cemaati arasındaki gerilimin nedenleri ne? Ustaosmanoğlu’na göre AKP döneminde İsmailağa cemaati neden perişan oldu?  Cemaate üst düzeyde “Hâlâ şeriat istiyorsunuz. Olmuyor işte neden diretiyorsunuz. Devir, artık o devir değil!” eleştirileri geliyor mu?

Söyleşinin yarın yayımlanacak bölümündeki başlıklar da şöyle:

Görevde olan milletvekili ya da bürokratlar arasında İsmailağa cemaati üyesi var mı? Mahmut Ustaosmanoğlu kendisinden sonra cemaat liderliği için kimi işaret etti? Cemaat lideri emekli maaşıyla mı geçiniyor? Kadınlar konusunda Cübbeli hangi sözü dinlemedi? Erzincan Cumhuriyet Başsavcısı’nın İsmailağa  cemaati soruşturmasını yürütürken hakkında inceleme başlatılması, Adalet Bakanı Cemil Çiçek’in gözaltına alınanların serbest bırakılmasını istemesi ne operasyonu? İsmailağa’dan kimler Ergenekon’a dahil oldu?

‘Cübbeli zekât paralarını yiyorsun, yapma’

– Elinizde Cübbeli Ahmet Hoca ile ilgili istihbarat olduğunu söylemiştiniz. Açıklamadınız; bildiğiniz nedir?

Sitemizde yazdık. Emr-i Bil –ma’ruf  grubundan hatırı sayılır bir büyüğümüz, ismini anlaşılır  nedenlerle açıklamadık,  Efendi Hazretleri’nin (Mahmut Ustaosmanoğlu) yanında  Cübbeli’ye  “Zekât paralarını yiyorsun bunu yapma” diyor.

 Cübbeli’nin cemaatin yardım paralarını kişisel amaçlarla kullandığına dair kanıtınız var mı?

Cemaatin parasını kullanamaz, zira para vakfın parasıdır ve devlet kontrolündedir; nasıl kullansın. Biz burada Cübbeli’nin şahsi zaaflarına parmak basıyoruz.

– Sizce Cübbeli zekât paralarını yedi mi?

Zekât paralarını yediğini hocasının yanında söyleyen kişiden bahsediyorum. Yaşlı bir kimsenin belirli bir garazı yokken biri hakkında böyle şeyler söylemesi  kimin dikkatini çekmez.  Mümkün olsa da sizi bu kişiyle tanıştırabilsem. Kaldı ki Cübbeli’nin  zaaflarıyla  ilgili mevzular çokça bilinen şeyler kabilindedir.

– Servetinin kaynağı nedir?

Servetinin kaynağını bilemem.  Kendisinin fakir olduğunu söylüyor.  Ama beş yüz bin dolara daire aldığı da kendi ifadesi. Demek ki fakirlikte izafi; nereden baktığınıza bağlı. Tabii bunlar işin teferruat boyutu, mesele fikrin ahlakıyla alakalı. Kainâtın  Efendisi  buyuruyor:  “Kişinin  namazına orucuna bakmayın, dinar ve dirhemle yaptığı alışverişle  bakın.” Yani,  maddeye hangi zaviyeden bakıyor bu önemli.  Cübbeli’nin yakınlarında bulunanlardan birinin  sözü, meselenin özü: “Hacca  gittiğimde  dua ettim; Ya Rabbi  Cübbeli Hoca’mın kalbinden para sevgisini al. Geldim gördüm ki duam kabul olmamış.”

‘Efendi Hazretleri cemaatin yakındığı kişiyi çağırıp omzuna masaj yaptırdı’

– Bu iddialar doğru ise cemaat lideri ne yapar; Cübbeli, Mahmut Ustaosmanoğlu’nu  takmıyor o halde?

Tasavvufi cemaatlerde “Benim  gücüm var, ben her şeyi yaparım” diye bir şey yoktur. Bir maslahat vardır;  şeyh, mürşid-i kamil, sizi kalbinden düşürdüğü an bittiniz. Burası ne şirket ne de siyasi parti. Burada, “Yanlış yaptın seni işten atıyoruz, işini iyi yaptın  prim veriyoruz” mantığı yoktur. Misal vereyim; önceden Cübbeli Ahmet Hoca’dan  daha kuvvetli biri vardı, nefsine  uydu biraz ileri gitti. Cemaatten birileri Efendi Hazretleri’ne bu kişinin  usulsüzlüklerini şikayet ettiğinde, Efendi Hazretleri  şikayet edileni yanına çağırıp, “Omzuma masaj yap” dedi.  Haliyle şikayetçiler manzara karşısında şaşkınlığa uğradılar.  Ardından bir ay içinde Efendi Hazretleri  kibâr-ı kelamla kendisini kovdu. Cübbeli bunları  iyi bilir,  dikkat etmeli. Efendi Hazretleri’nin maslahat icabı yapıp ettikleri vardır, kimse yanlış anlamamalı. Mümin ferasetiyle bakamayanlar yanar.  İsterse alim olsun. Cübbelli’nin de  bu manada akıbeti iyi görünmüyor. Zamanla mevzuların detayına girilebilir.

– Mahmut Ustaosmanoğlu Cübbeli’nin  katıldığı televizyon programlarını  izliyor mu?

Hayır. Efendi Hazretleri’nin televizyonla işi olmaz. Ama unutmamalı; Velî, mizacı eşya ve hadiseler üzerinde tasarruf sahibidir.

‘Cüppeli Ahmet ciddiyeti olan biri olsa onu da tepelemişlerdi’

– Mahmut Ustaosmanoğlu’nun geri çekilmesinden sonra cemaatte Cübbeli Ahmet Hoca kadar sivrilen biri oldu mu?

Hayır. Ama unutmayın, ciddiyetiyle kendini ispat eden cemaatimizin iki önemli ismi  şehit edildi. Teşbihte hata olmaz; Cübbeli de ciddiyetiyle ortada olan biri olsaydı  onu da tepelerlerdi.  Onun yalpalayan gidişatını fark edenler hadiseye müdahil olup  onu kurtlar vadisine çektiler. Halbuki Cübbeli Ahmet de kendi içinde güzel hizmetler yapıyordu, orada kalmalıydı. Kurtlar vadisinde ne işin var?

 “Cübbeli hakkında istihbaratımız var” açıklamanızın tek dayanağı Emr-i Bil ma’ruf  grubundan bir kişinin “Cüppeli zekat paralarını yiyor” iddiası mı?

Hayır. Ama şöyle de bakmak  birçok şeyin ipucu manasına gelir;  bir kiş, koca bir cemaati maskaralaştırıyorsa, Allah Resulü’ne  “korkak, sahtekar” diyen biri karşısında  yılışıyorsa, bu suç bizdeki bilgilerin yanında hafif  kalır.  Bizdeki bilginin kaynağı da zannediyorum Cübbeli ile oynuyor. Bu sebeple olsa gerek, vaazlarında, “Hakkımda  çıkacak montaj görüntülere inanana hakkımı helâl etmem” diyor.  Kendinden emin olmama tavrı. Bu konudaki tedirginliğini  daha farklı zaviyelerden de gördük.

 Nedir o zaviyeler?

Konuşmadığımız şeyleri konuşmaya başladık; neden? Bekledik. Fakat artık durum kangrenleşti, toparlanamaz hale geldi. Bundan böyle konuşuyoruz; konuşacağız. Mesele sadece Cübbeli olmamalı. Cübbeli burada sadece bir atlama taşı olabilir. Asıl konu, Cübbeli gibilerin üzerinden kotarılmaya çalışan meselelerdir. Gizli, açık. Mesela hiç gereği yokken Cübbeli bizi Genelkurmay’a  niçin ispiyonlar? Onun gözünde biz münafık veya kâfir miyiz? Cübbeli şunu cevaplasın; cemaate mensup Büyük Doğu İbda fikriyatına mensup müslümanlar için, “Genelkurmay onların  tasfiyesi için bizi kullansın” diye haber gönderdi mi, göndermedi mi?  Kendi düşüncesinde olmayanlarla bile  kardeş olabilen Cübbeli  neden iki senedir kendisine soracağımız bir soru için  telefonlarımıza cevap vermez? Kibir mi, suçluluk duygusu mu?

‘İsmailağa’dan İBDA’yı tasfiye etmek için Genelkurmay beni kullansın demiş’

– Kim ile ne haberi göndermiş; somutlaştırır mısınız?

Cübbeli’nin bu söylediği kişilerin  isimleri, zamanı hepsi bizim elimizde. Kendisinin sohbetine gelen asker kişilere…  (İddiasını somutlaştırması için ısrar ediyoruz; Ustaosmanoğlu “Ordudan emekli kişiler” demekle yetiniyor)  Benim ideolojik  görüşüm bellidir; ama  ben hayatımda illegalitenin i’sini bilmem. Benim suçum, 28 Şubat’ta  herkes kaçarken İsmailağa’yı  savunmak için televizyona  çıkmaktı.  Ve bunun cezasını çektim. Evet ben İBDA fikriyatına mensubum. Bakın, terörden bahsetmiyorum. O ayrı bir tartışma. Ama sen  İBDA fikriyatını  okumadan,  anlamadan neyi nereden tasfiye ettiriyorsun?

 Çarşamba’da İBDA ne kadar yaygın,  çarşaflı teyzenin İBDA umurunda mı?

(Gülüyor)

 “Biraz etrafı gezin” demek mi bu gülüş?

Açık konuşayım;  biz cezaevindeyken  bize açıktan  dua eden  hoca efendiler vardı. Çıktığımda büyük hocalarımızdan  birinin elini öpmeye gittim,  kulağıma eğilip şöyle dedi: “İçeride yapılacak  çok şey var ama dışarıda daha çok şey var, Allah yardımcınız olsun.”  İslam için çırpınan bir insana  bu cemaatte kimse ses çıkarmaz.  Zır cahil değilse tabii.

‘Önce İBDA için ileri geri konuşuyor sonra cezaevine yoğurt gönderiyor’

– Cübbeli’nin İBDA ile bağlantısı var mı?

İBDA ile bağlantısı olması için Salih Mirzabeyoğlu’nun  her biri şaheser olan kitaplarını okumuş olması gerekir. İnsan bilmediği şeyin düşmanıdır. Cübbeli de bilmediği bir şey için  şikâyet teşebbüsünde bulunmuş ki, bu onun ilim adamlığı sıfatına yakışmıyor. Bir konu da şu; bilmediğiniz için bir şeye  düşman olabilirsiniz. Ama o konuda dik duramazsanız haysiyetiniz zedelenir.  Bu minvalde bir misal vereyim; biz Metris cezaevindeyiz, bir telefon geldi Almanya’dan.  Arayan, “Cüppeli burada  İBDA hakkında  ileri geri konuşuyor” diyor.  Cemaatten bir hocayı arayıp; “Biz burada can pazarında yaşıyoruz, operasyon sonucu bir ölü 20 ağır yaralıyla ayrıldık Metris’ten, o Almanya’da keyfe keder  konuşuyor, söyleyin  ahlaksızlık yapmasın” dedim.  Cüppeli döndüğünde cezaevine süt ve yoğurt göndermeye başladı.  Madem aleyhimize konuşuyorsun, o zaman  bu yoğurt, süt ne? Bir başka hadise; Bandırma cezaevi.  Kendisi de orada yatarken bir gün koridorda bir arkadaşımızı, “Bak bu arkadaş İBDA’cıdır” diye  tanıştırıyorlar. Tabii hemen şempanze  tavırları içinde  ellerini sıvazlayarak, “İBDA’cılar bizim Ehl-i Sünnet  kardeşlerimizdir” diyor. İnsanda biraz haysiyet, feraset, dik durma ameliyesi gerçekleşmiş olsa  bu duruma düşer mi?  Bir yandan “Genelkurmay’a, bunları beni kullanarak tepeleyin”  mesajı, diğer yandan  süt yoğurt gönderme ameliyesi.  Dava adamlığı başka bir şeydir, herkes bunu hiç değilse asgari derece öğrenmeli.  Aksi, kurtlar vadisinde parçalanmaktır.  Veya medya maymununa döndürülmek.

‘Mahmut Efendi Hazretleri İBDA’ya asla karşı değil’

 Mahmut Ustasomanoğu İBDA’ya karşı mı?

Asla. Efendi Hazretleri  müslümanlara karşı  tavır almaz. Zamanı gelince  konuşulacak şeyler var. Meselenin  illegalitesini  hesaba katarak  soruyorsanız, tabii ki işin rengi başkadır. Herhalde anlatabildim!

– Diyelim ki Cübbeli Ahmet  İBDA’nın  İsmailağa cemaatinden tasfiye edilmesi için haber gönderdi. Cübbeli’nin cemaat üzerindeki  etkisi Genelkurmay ya da  bir başka devlet kurumunun  ciddiye almasına neden  olacak kadar baskın mı?

Alırlarsa  hata ederler. Eğer Fatih Altaylı ve Murat Barakçı da onu ciddiye alsalardı  göbeklerini çatlatırcasına gülmezlerdi. Deniz Baykal da Cübbeli’yi Zekeriya Beyaz  ile aynı familyadan  görüyor olmalı ki, “İzlerken keyfini çıkarıyoruz” diyor. Deniz Baykal’ın  asıl altı çizilmesi gereken cümlesi de şu: “Fatih Altaylı  onun tadını çıkarıyor, biz de izliyoruz.” Bütün bunlardan sonra Cübbeli nedamet ve pişmanlık duyarak geri çekilmezse çok pişkin demektir.

– Cübbeli Ahmet  ile Mahmut Ustaosmanoğlu arasında akrabalık ilişkisi var mı?

Yok, şeyh-mürid ilişkisi var. Tasavvufi tarikatlarda  akrabalık ilişkisi de önemli değildir.

‘Efendi Hazretleri’ne bütün liderler gelmiştir, Başbakan da, Baykal da’

 Dış dünyaya ihtiyatlı yaklaşan,  Nakşiliği son derece  disiplinli uygulayan  İsmailağa cemaati  son dönemde oldukça medyatik. Bu durum Cübbeli  Ahmet  Hoca’nın  bireysel inisiyatifi mi;  neden böyle bir açılıma ihtiyaç duyuldu?

Burada mevzu nerede başladı; buna  kimse bakmıyor. Tarikatın başındaki Efendi Hazretleri  Mahmut Ustaosmanoğlu, hakikaten mürşid-i kamil olduğu için  bu güne kadar bu cemaati hiçbir yere  bulaştırmaksızın  getirmeyi başarmıştı. Bugün ne oldu;  Mesele Efendi Hazretleri’nin  hastalığı nedeniyle  geri çekilmesi,  akraba-i taallukat içindeki bir takım  hususi işlerin dışarıdan kurcalanması,  o kurcalanan işlere  siyasi partilerin maydanoz olmasıdır.

– Daha  açık konuşur musunuz?

Aileleri ile birlikte  5 milyon ile 10 milyon  arasına tekabül eden  bir cemaatten söz ediyoruz. Dolayısıyla siyasi partiler cemaatimize her zaman talip olur.  Bugüne kadar  Efendi Hazretleri’ne  bütün parti liderleri gelmiştir. Demirel gelmiştir,  Türkeş gelmiştir,  Muhsin Yazıcıoğlu gelmiştir,  Ecevit gelmiştir, Baykal gelmiştir, Başbakan da gelmiştir.  Fakat bu talip olma cemaatte böyle bir savrulmayı hiç gerektirmedi.

‘Tabanımız Saadet’e yakındı, AK Parti’den sonra mevzu değişti’

– Nasıl bir savrulma?

Şöyle ifade edeyim;  normalde cemaat taban itibariyle Saadet’e yakındır. Fakat AK Parti’den sonra mevzunun şekli değişti. Çoğunluk AK Parti’ye  oy verdi.  Ama burada bizim eleştirdiğimiz konu, cemaati temsil makamında olduğu  intibaı ile Cübbeli’nin  “Bu cemaat Saadet’lidir”  tenezzülünde bulunması. Hülasa “İsmailağa açılım yaptı” diye bir şey yok. Cübbeli’nin  şahsında açılıma sürüklenmek istenen bir cemaat var.

– Cübbeli Ahmet, tabanın Saadet’e  yönelmesi için kaldıraç olabilir mi?

Hayır, olamaz. Olsaydı AK Parti buradan bu kadar oy almazdı.

‘Ilımlı İslam için Tayyip Erdoğan ve Fethullah Gülen’e rol verildi’

– Cemaatte “AKP taraftarları ve karşıtları” şeklinde bir bölünme mi var?

Bölünme sadece bizim cemaatimizde değil, bütün müslümanlar arasında oldu.  Şu anda yönlendirilmek istenen hadise bellidir; ılımlı İslam. Bu politika İslam’ın dalga dalga gelişini gören emperyalistlerin çıkarlarını koruma taktiğidir. Bu politikanın  desteklenmesi için kendilerine rol verilenler bellidir; Tayyip Erdoğan  ve Fethullah Gülen. Bu insanlar  kendilerine verilen rolden  rol çalmayı başarırlarsa ahretlerini kurtarırlar. Emperyalizmin bu tuzağına bilerek alet olmuşlarsa dünyaları da ahretleri harap olacaktır. Bu süreç içinde İsmailağa da ılımlı İslam’a dahil edilmeye çalışılıyor.

‘İsmailağa cemaatini Gülen cemaati çatısı altına alınmasını engelledik’

– Şu  yorum çok mu uçuk; “İsmailağa  cemaatini  Gülen cemaati  çatısı altına almak istiyorlar?”

Bu fiilen kotarılmaya çalışıldı. Bunu engelledik. Efendi Hazretleri için  ılımlı İslam’a  karşı değil gibi  bir imajı  yansıtmak istediler. Burada AK Parti kullanıldı. Böyle bir  yeltenme oldu. Orada Tayyip Erdoğan’ın bizim için söylediği , “Bunları  merkeze çekelim”  sözlerinden hareket etmeye yeltendiler. Mesela Zaman gazetesi İsmailağa’nın  içine sokuldu.

– Ne zaman oldu bu?

2006 yılında.  O zamana kadar  onlarla hiçbir münasebetimiz yoktu. Efendi Hazretleri,  “İlk kez bir röportaj verdi”  gibi bir sunuşla  Efendi Hazretlerinin ılımlı İslam’a karşı  olmadığı izlenimini vermek istediler.

– Fakat bugünlerde şöyle bir denklem kuruldu; “Cübbeli, Fettullah Gülen’e  karşı.  Mahmut Hocacılar  ve Cübbeli arasındaki kavganın bir nedeni de bu?”

Komik. Cübbeli  vaazlarında  Fethullah Gülen’i övmüştür.  Bir över, bir söver sonra da çıkıp Moral FM’de  özür diler.  Said-i Nursi  Hazretleri’ni  ayrı tutarak  bazı şeyleri konuşmak lazım, yoksa  işler karışıyor, zira  Said-i Nursi’ye  bağlı bir çok cemaat var.  Cübbeli Ahmet  hadisesi ise ayrı bir psikolojik  vakıa. Ağzına  geleni söyler, sonra çıkar  özür diler, ama aynı mevzuu hakkında yine rucû etmeyeceğine dair kimse  garanti veremez.  Muhakemesi ve mantalitesi zayıftır ve bir diyalektik sahibi değildir.  Bunca savrulmanın sebebi bu.  Nakşibendi büyüklerinden  Esseyyid Abdülhakim Arvasi Hazretleri’nin  şu sözü bir çok düğümleri çözücüdür: “ İlim insanın cehaletini giderir  ahmaklığını gidermez.” Anlaşılıyor herhalde?

‘AK Parti döneminde medrese açacaksak önümüzde pürüz olmaz ama…’

– İsmailağa cemaati de genel olarak Gülen hareketi ile ilgili böyle mi düşünüyor?

Tabanın büyük kesimi  ılımlı İslam’a karşıdır. Ama burada  AK Parti  vesilesiyle  bir zaaf oluştu, “Nasıl olsa  bizdenler, hiç değilse  yabancı değiller” gibi bir fikir de mevcut.

– AKP dönemi  İsmailağa cemaati için rahat bir dönem mi?

Şöyle; mesela  bir medrese açacaksın  bunun önünde pürüz olmaz, fişlenmezsiniz, takip edilmeziniz. Bunlar yok. Ama öbür taraftan  neleri kaybettik; 28 Şubat’ta  insanlar korkuyordu ama bir ayakta kalma, varlık sebebimiz  vardı. Şimdi ne var; İslam sosyetesi!  Ne müslümanların, ne de  diğerlerinin beğeneceği  berbat bir görüntü.

‘Başbakan bilsin; insanımız korktukça nefret duyguları kabarmaya başladı’

– Aynı şey değil  tabii ama  şöyle bir benzetmeye hak verir misiniz; “CHP’nin  tutumundan memnun  olmayan, ama  kerhen destek verenler gibi İsmailağa cemaati de, hiç değilse  bizdenler, deyip  AKP’ye  oy veriyor?”

İlk bakışta böyle değildi ama şimdilerde böyle bir durum oluşmaya başladı.

– Neden?

Yine Cübbeli’den  örnek vereceğim, ama  mevzuu tamda bu. O istediği kadar  televizyona çıkıp  “Kızlarımızı da okuturuz” desin,  riyakârlık yapmadan konuşalım; bizim insanımız, “Benim  bu rejime emanet edecek  kızım yok” diyor.  Şimdi bu sekiz yıllık eğitim hadisesinde çocuklarını okula göndermedikleri için birileri geldiğinde ödleri kopuyor.  Bir de ikna etmek için türbanlı hanımları gönderiyorlar. Ama insanımız korkuyor ve korktukça nefret duyguları  kabarmaya başladı.  Bunu Başbakan bilsin.  “Ben Kur’an ve sünnete göre  ilim isterim”  diyor insanımız, ama AK Parti  burada rejime alet oluyor.

‘AK Parti döneminde perişan olduk; İslam sosyetesi kendi keyfine bakıyor’

Az önce sordunuz; rahat bir dönem mi? Değil, perişan olduk. Bakın; başörtüsü meselesi. Umurlarında değil,  sonradan görme İslam sosyetesi kendi keyfine bakıyor. Şimdi Saadet Partililerde feveran edecek, ama bir örnek daha vereyim. Bir ahbabımızın eşi milletvekili seçildi, aile Ankara’ya gitti. Ahbabımız hanım, kocası vekil olunca Ankara’ya uymak için çarşafını çıkarmak zorunda kaldı; pardesüye geçti. Aradan zaman geçince kendisi şunu söylüyor: “ Bir dahaki dönem kocam seçilmesin  diye dua ettim. Nermin Erbakan dahil buradakilerin hiç birinin İslam diye bir derdi yokmuş.” Ben bunları bu insanlar kötü manasında anlatmıyorum. Sadece ılımlı veya ılımsız İslam diyerek iğdiş edilmiş beyinleri örneklendiriyorum.

‘Tabii ki demokrasiye karşıyız’

– Başbakan, “Türkiye  laik, demokratik bir hukuk  devletidir” dediğinde cemaat rahatsız olur mu?

Dört mezhep müftüsü Ali Haydar Efendi, ki zamanının (Osmanlı) Ordinaryus  profesör makamındaki  o insanın demokrasinin küfür olduğunu söylediğini herkes bilir. Buna rağmen cemaatten birileri veya herhangi bir  “Müslüman demokrasiden hoşlanıyoruz” derse kendi bilir. Daha açığını söyleyeyim; “One Minute” hadisesindeki Şimon Perez, “ Senin Kur’an’dan ve sünnetten bir sistem çıkaracak kapasiten kalmamış. Biz çıkardık; demokrasi. Sen de buna uyacaksın” diyor adeta. Bu mevzular açılmalı. Kısacık, havada kalan mevzular, insanımızın kafasında haliyle yer etmiyor.

– Siz demokrasiye karşı mısınız?

Tabii ki karşıyız.

‘Manken Aysun Kayacı’nın,  onun da çobandan farkı yok, ama sözü doğru’

 Halkın oy verdiği kişiyi meclise göndermesi fikri?

Manken Aysun Kayacı, bir söz söyledi kıyamet koptu. Doğru söyledi ama kendisi de o doğrunun içinde olanlardan biri, bunun farkında değil. “Benim oyumla çobanın oyu bir mi?” diyor. Tabii ki değil ama kendisinin de fikirde bir çobandan farksız olduğunun farkında değil. İslam’da, halkın temsilcileri akîl adamlar seçer başkanları. Üstad Necip Fazıl’ın “ İdeolocya Örgüsü” isimli eserine bakanlar meselenin mahiyetini görebilirler. Yoksa uzun mesele.

‘Tayyip Erdoğan’ı halk seçti diye bir şey yok’

– Şimdi bir yerde AKP’nin “Bizi halk seçti, seçkinci laikler kabul etsin, Tayyip Erdoğan’ı millet getirdi” serzenişinde sizi nereye ekleyeceğiz?

Zaruretler farklı şeylere yönlendiriyor tabii. Ama hakikatte böyle bir şey yok. Palavra. Ama Türkiye’de seksen senelik süreçte yaşananlar da ortada. Her on yılda bir ordu müdahalesi. Geçenlerde emekli general Osman Pamukoğlu televizyonda şöyle diyor: “Bu ülke yarı işgal altındadır.” Tabii çok insaflı bir ifade. Asker olması hasebiyle kendini tutmaya çalışmış. Bize göre tam işgal söz konusu. İktisadi, içtimai, felsefi, ruhi vs. Bu ülke hâlâ konuşan ülke konumunda değil. Bu konuda izafi görüşlere itibar edilmez. Sonra da, “Halk seçti ya, daha ne istiyorsunuz”  ifadeleri. Meseleler ciğerine kadar deşilmeli. Madem komünizm çöktü, madem kapitalizm sersemledi ve madem ortada İslam yok, her şey yeniden sonuna kadar konuşulabilmeli. Sonra halk seçti diye bir şey yok, halka seçtiriliyor, propagandanın gücü unutulmamalı.  Bu da tartışılması gereken bir konu. Bu halkı küçümsemek manasına değil tabi.  Halkın düşürüldüğü durum itibariyle söylüyoruz. Mesela aç halka kim ekmek verirse o seçilir. AKP İslamcı kesimin dışından da oy almıştır, neden? Aman istikrar bozulmasın, ekonomi çökmesin, aç kalırız falan. Tabii bu kadar basit değil, bunlar sosyolojik vakıalar ve derinlemesine tahlil gerekir, bir röportaj mevzusu olmaktan uzaktır. Kitaplık meseleler. Bu sebeple, izah babında söylediklerimiz mutlaka eksik kalacaktır.

‘Müslümanların nezdinde hâlihazırda fikir para etmiyor’

– Siz istiyorsunuz ki demokrasi olmasın; şuradaki Fatma teyze yerine akıl adamlar karar versin?

Dünyayı  600 sene öyle idare ettik. Her şey o işten vazgeçince alt üst oldu.  Neden vazgeçtiğimizi bile bilmeden, maziye düşmanlık. Tuhaf değil mi?

– Televizyona dünyaya uyum sağlamak lazım diyerek “evet” derken, 2010 yılında “demokrasi küfürdür” bakışının bam teli nedir?

Efendim biz bu işin bugüne dek uygulanan muhtevasına karşıyız. Televizyon ve demokrasi, ikisi de Batı icadı. “Birini kabul edip diğerini reddetmek ahlaki mi?” diyenlere cevabımız şudur:  Bir batılı fikir adamının ifadesiyle, İspanya Endülüs İslam Medeniyeti olmasaydı ve bizim o medeniyete mukavemet ve muhalefetimiz söz konusu olmasaydı, Batı medeniyeti olmazdı. Demek ki bize mukavemet ederken kazandıkları bir medeniyet söz konusu. Tabii sonra bizimkilerin Vahy’in ışığını kaybetmeleri vs. Olan oldu. Ama bugün bu meseleler son derece avamlaştırılarak   konuşulduğundan hakikate uzanmak mümkün olmuyor. Ve de müslümanların nezdinde hâlihazırda fikrin para etmiyor oluşu da işin cabası.

‘Gülen cemaati ve AKP şeriat istiyor tabii ki, ama sulandırıyor’

– Gülen cemaatine  ve AKP’ye de size göre şeriat istemedikleri için mi karşısınız?

Şeriatı sulandırdıkları için karşıyız. Şeriat istiyorlar tabii ki. Tabanı tamamen samimidir. Şeriat istiyorlar, fakat onları dejenere etmek için hazırlanan tezgâha düşüyorlar. Yoksa bir müslüman kendi yaratıcısının nizamına nasıl karşı olabilir ki?

 Fethullah Gülen’in o meşhur videosunda söylediklerinde bir değişiklik olmadığı fikrinde misiniz?

Evet. Eğer o bir taktik değilse öyle düşünüyorlar. Size daha başka bir şey anlatayım. Bunu duymamışsınızdır. Bir arkadaşımız anlattı, doğruluğunu yanlışlığını ona emanet ederek söylüyorum. Nurcu kesimin önemli bir cemaatinin başında olan kişinin  sözleri şöyle: “Yıllar önce resmi görevli birileri bize teklifte bulundular. Bizimle çalışırsanız teşkilatınızı dünya çapında bir teşkilat haline getiririz dediler. Ben de onlara ‘size güvenemem, yarın şekil değişir ben ortada kalırım’ dedim. Bu kişiler benden sonra Fethullah Gülen’e gitti ve o kabul etti.”

‘Gülen’in ismi cismi yokken var olan İsmailağa neden dünya çapında başarı elde edemedi?’

 Şimdi birileri de sizin için “Maşallah Yalçın Küçük’ü geçti” derse?

Yalçın Küçük sendromu semtimize uğramaz. Bizler sıhhatli insanlarız. Soruyorum size; İsmailağa cemaati bu kadar güçlü bir cemaat, Fethullah Gülen’in ismi cismi yokken  bu cemaat var; niye İsmailağa cemaati dünya çapında bir başarı elde edemedi? Niye onlar dünya çapında bir cemaat oldular da biz ya da başka bir cemaat olamadı? Ve niçin bu memlekette Meclis’te başörtüsüne tahammül edemeyen Bülent Ecevit bu cemaatle kanka oldu? Amerika’da  böylesi bir güç nasıl var oldu? Vatikan’la nasıl böyle bir yakınlaşma doğdu? Ve Fethullah Gülen “Amerika’nın egemenliğinin zayıflamasından endişe etmeliyiz” derken ne demek istedi?

 Bu sorulara cevap bulabildiniz mi?

Diyelim ki, bunlar taktik veya kendi içlerinde tutarlılar.  Burada bizi sevindiren hadise şu; emperyalistler İslam’ın dalga dalga geldiğini gördüklerinden  böyle bir projeye soyunmak zorunda kaldılar. Demek zorlandıkları bir şeyler var. Bu meselede ister Fethullah Gülen’i kullanmış olsunlar, ister başka bir alimi; fark etmez. Her halükarda kazanan İslam’dır. Yalnız burada sınananların durumu önemli, Allah Kur-an’ı Kerim’de nurunu tamamlayacağını bildiriyor, öyle veya böyle bu nur tamamlanacak. Mevzu, muhatap olanların durumu; ya kaybedecekler ya kazanacaklar. İslam’ı sulandırma teşebbüslerinin kazandırıcı olduğunu düşünmek ise abesle iştigaldir.

– İsmailağa’ya da “Gelin sizi de dünya çapında güçlü kılalım” teklifi geldi mi?

Resmi değil ama, bu resmi tekliflere alet olanlar böyle bir şeye tevessül ettiler. Efendi Hazretleri ılımlı İslam’a karşı değilmiş gibi bir hava estirmeye çalıştılar. Bu meseleyi gazetelerine taşıyarak, “Mahmut Efendi ilk defa bize konuştu” diye lanse ettiler.

‘Takiye mi yapıyorlar, yoksa gerçekten değiştiler mi; anlamadık’

 Üst düzeyde şöyle eleştiriler alıyor musunuz; “Hâlâ şeriat istiyorsunuz. Olmuyor işte neden anlamıyor ve diretiyorsunuz. Devir, artık o devir değil!”

Cezaevindeyken televizyondan izlemiştim. Eski Milli Görüşçü yeni AKP’li biri şöyle diyordu: “Olmuyor işte, İslam’la olmuyor.” İslam’dan mı vazgeçtiler, yoksa İslam’ı sulandırarak mı çözelim diyorlar; anlamadık. Ama ikisi de suç. Çünkü Allah Resulü’nün böyle bir metodu yok.

 Aslında devlet ile benzer soru işaretlerini paylaşıyorsunuz; “Takiye mi yapıyorlar, yoksa gerçekten değiştiler mi?”

Neden o şüphelere sahip olduğumuzu söyleyeyim. Tayyip Erdoğan Belediye Başkanı iken kendisine bir mektup yazdım. Sonra dergimde de yayımladım. Kendisi şu anda bir üniversitede  profesörlük yapan birinin aracılığı ile Amerikalılar ile görüşmeye başladı. O toplantıda bizden de biri vardı. Diyorlar ki, “Biz seni Başbakan yaparız. Cezanı da hafif bir şekilde hallederiz, seni Cumhurbaşkanı da yaparız.” O dönemde “Böyle bir işe girme” diye mektup yazdık. Şimdi böyle bir işe girmek suç mudur; hayır. Ama Napolyon’un sözü belli, iyi bir kavgaya gir sonra ne yapacağını düşünürsün. Bunu yapmazsan, “Biz iktidar olduk, ama muktedir olamadık” dersin. Eğer bu sözü söyleyeceksen niye böyle bir kavgaya girdin? Neden Erbakan Hoca’na muhalefet ettin; neden müslümanların parçalanmasına neden oldun? “Biz bu işi böyle beceremiyoruz, yeni açılımla bunu yapacağız” dedin ama bu açılımın arkasından iş geldi geldi, Türkiye’nin en mutaassıp cemaati İsmailağa’ya bile sirayet etti. Şimdi Deniz Baykal kalkıp sana “Ağlama, Başbakansın çöz”  diyor. Doğru. Tabii Kemalist rejimin kemikleşmiş yapısını da hesaba katmak lazım. Buna rağmen ağlamayacak çözeceksin. Madem “Millet beni buraya getirdi” diyorsun, milletin istediği olacak. Yapacaksın.

Cübbeli Ahmet Hoca ve misyon adamlığı!

  Hasan Karakaya-Yen Akit  

Hani; “Söyleye söyleye dilimde tüy biitti” derler ya, ben de aynı durumdayım… Dilimde tüy bitmekle kalmadı, kalemimde mürekkep bitti!.. Bir de “Tükenmez kalem” diyorlar, tükendi işte… Bu kadar yazmaya “mürekkep” mi dayanır?..

Biliyorsunuz, hep söylüyorum;

“İmamın sarığı beyazdır,

Leke götürmez!”

Ve yine hep söylüyorum;

Kendince bir “söylem” tutturmuşsan, yani “diskur” çekiyorsan, kesinlikle ama kesinlikle “uçkur” işlerine girmeyeceksin!..

Ya “diskur”dan vazgeçeceksin,

Ya da “uçkur”dan!..

İllâ da “uçkur” derdin varsa,

“Harama uçkur çözmeyecek”sin!..

Evinde “nikâhlı eş”in dururken, kalkıp da “aşüfte”lerle iş tutmayacaksın!..

“Hem ağlarım, hem giderim” diyen gelinler gibi; hem “diskur” çeker, hem de “uçkur” çözmeye devam edersen, bir gün “tonga”ya düşürürler ve ele-güne rezil olursun!..

CÜBBELİ’YE İSNAD EDİLEN SUÇ!

Bu “girizgâh”tan sonra, nereye geleceğimi herhalde tahmin ettiniz.

Evet, Cübbeli Ahmet Hoca olayına geleceğim…

Ama, öncelikle söyleyeyim; “yürüyen bir soruşturma” olduğu ve hele hele, “gizlilik” kararı alınıp, “yayın yasağı” konulduğu için “ayrıntı”lara girmeyeceğim…

Malûm, Cübbeli Ahmet Hoca tutuklandı ve Metris Cezaevi’ne konuldu.

“Tutuklama gerekçesi” şu:

“Tehdit!.. Mafya ile ilişki!.. Şantaj!.. İnsan ticareti!.. Fuhuşa aracılık etmek!”

Bu suçlamalardan dolayı, “18 yıla kadar hapis” cezasıyla yargılanacak!..

Benim, bu olayda anlayamadığım taraf şu: Cübbeli Ahmet Hoca, madem ki “Tehdit!.. Mafya ile ilişki!.. Şantaj”la suçlanıyor, o halde “Karagümrük Çetesi”nin lideri olduğu iddia edilen Nejat Ergin serbest bırakılırken, Cübbeli Hoca, niye içeride?..

Bunun, herhalde makul bir cevabı vardır… Kaldı ki, “Hoca” ile ilgili başka suçlamalar da bulunuyor.

Yani, “fuhuş” suçlaması!..

Yaptı mı, yapmadı mı?..

KASET İÇİN “İFTİRA” DEMİŞTİ

Biraz geriye gidelim…

Malûm, Cübbeli Hoca’nın “fuhuş yaptığı”na ve elde “kasetler” bulunduğuna dair iddialar, tam bir yıl önce gündeme gelmiş ve “Hoca” da; 27 Aralık 2010’da Habertürk ekranlarına çıkıp, Yiğit Bulut’un “Sansürsüz” programında demişti ki;

“Benimle uğraşanlara şaşıyorum. Bir korumam mı var, silahım mı var?.. Neler uydurdular. Kaset varmış, beni zorla televizyona çıkarıyorlarmış… Ben inandığımı konuşurum. Benim derin yerlerle ne alakâm var! Bunlardan uzun yıllar çekmedik mi?.. 28 Şubat’ın en büyük mağdurlarından biriyim ama şimdi bunları konuşmanın gereği yok…

Hakkımdaki kasetler montajdır… Bunun adı kalleşliktir!.. İftiralar geri tepmiş ve bana olan sevgi artmıştır!.. Bu iddialar bir şahıs işi değil, organize güç olmadan bunlar yapılamaz!.. Bana yönelik yeni komplolar da düzenlenebilir!..

Ben bu doğruları söylemeye devam edersem, neymiş daha başka şeyler çıkaracaklarmış… Erkek erkeğe ilişki, birkaç kadınla ilişki… Biz savcılığa başvurumuzu yaptık. Gelen telefonlar ve haberlere göre… Kimin yaptığı çıkarsa o zaman bakalım onların hali ne olacak?”

Hoca’nın ekranda yaptığı bu “savunma”ya inanan oldu, inanmayan oldu… Kimi “Yapmıştır” dedi, kimi “İftira” dedi!..

Olay, kapandı gitti!..

KASET YOKSA NİYE PEŞİNDESİN?

Peki be adam, iddialar doğruysa; “kapanan” bir olayı neden kaşırsın, neden o “kaset”lerin peşine düşersin?.. “Yok” olduğunu iddia ettiğin “kaset”leri ele geçirmek için niye “mafya” ile münasebete geçersin?..

Madem “yok”, bırak ne derlerse desinler!.. “Çiğ” yemediysen, niye karnın ağrıyor?..

Sen, “olmadığını söylediğin kasetler”in peşine düşer ve hele de “Karagümrük Çetesi”yle yetinmeyip, bir de “Sedat Peker’in adamları”nı devreye sokmaya kalkarsan, işte böyle “telefon takibi”ne takılır ve zor durumda kalırsın!..

Bir insanın, ilk önce “kendine güvenmesi” lâzım!.. Herhangi bir “fuhuş işi”ne bulaşmadıysan, yani “alnın ak” ise; bırak, kim ne derse desin!..

Ama, belli ki;

“Çiğ” yemişsin!.. Ya da, bir “tonga”ya düşmüşsün ki, karnın ağrıyor!..

Yoksa;

“İleride, başına daha büyük dertler açacağını düşündüğün o kasetler”in peşine düşmezdin!..

Peki, ne oldu sonunda;

“Kaset”lerin peşine düşerken,

“Tonga”ya düştün!..

Üstelik, “cezaevi”ne de düştün!..

Yine söylüyorum; “yürüyen bir soruşturma” olduğu ve hakkında “gizlilik” kararı alındığı için “ayrıntı”lara giremiyorum.

Zira; özellikle “Ergenekon” ve “yargı” hakkında bugüne kadar yazdığım yazılarda “gizliliği ihlâl” ettiğim iddiasıyla, hakkımda açılmış “tonlarca dâvâ” var.

Her defasında “3-5 duruşma”ya girmekten bıktım, usandım…

Ve de, “haftada 2-3 defa” mahkemeye gitmekten yoruldum.

Eğer, bu soruşturma ile ilgili “ayrıntı”lara girersem, biliyorum ki, yine “gizliliği ihlâl”den dâvâ açılır!..

Onun için, “olayın çetrefillikleri”ni yazamıyorum… Anlayın işte!..

“ÖZGÜR İNSAN” OLACAKSAN!

Sonuç olarak diyeceğim şu:

Bir “misyon” yüklenmişsen, “o misyonun gerektirdiği şekilde” hareket edeceksin!.. Haa, “özgür takılmak” istiyorsan “misyon adamlığı”nı terkedeceksin!..

Her zaman söylerim ya;

“Başörtülü” bir hanım, her nerede olursa olsun, “hâl ve hareket”lerine dikkat etmek, ağzından çıkacak “söz”leri ölçüp-biçerek sarf etmek zorundadır!..

Çünkü o, “sıradan biri” değildir…

Adı, Ayşe veya Fatma da olsa, “tesettür”e bürünmüş olmakla; “adının da üstünde bir kimliğe” bürünmüştür!..

Yani;

Ayşe, Fatma değildir artık…

O, üzerine bir “misyon” yüklenmiş, “başörtülü bir hanım”dır!..

Dolayısıyla;

Sergilediği bir tavır veya ağzından çıkan bir söz, “sadece kendini” değil, “diğer örtülüleri” de bağlar!..

Bir örnek de vermiştim:

Başörtülü bir hanımın; sokakta yürürken ve hele de “cakkada-cukkada” şeklinde “sakız çiğneme özgürlüğü” yoktur!.. “Balon” yapıp patlatması ise, hiç düşünülemez!..

Aynı şekilde;

Herkesin içinde “sigara” içip, dumanını savurma diye bir lüksü de olamaz!..

Haa, hiç mi “sakız” çiğneyemez, hiç mi sigara içemez?..

Hiç mi “kahkaha” atamaz!..

“Diğer hanımlar” ne yapıyorsa, “başörtülü bir hanım”ın da bunları yapmaya elbette hakkı var!..

Ama;

“Sokakta” veya “parkta-bahçede” değil, “ev” ortamında!..

“Sakız” mı çiğneyecek, evinde çiğnesin ve hatta “balon” yapıp, patlatsın!..

“Sigara” mı içecek, kendi “özel ortam”ında içsin!.. “Duman”ını da arzu ettiği gibi savursun havaya!..

“Makyaj” mı yapacak?.. “Saçına şekil” mi verecek?.. Geçsin aynanın karşısına, tatmin etsin “süslenme” duygusunu!..

Ve fakat;

Her ne yapıyorsa, “evinde” yapsın!..

Zira;

Bunları “sokağa” taşıdığı anda, bilmelidir ki, kendisine yönelecek menfî bir “söz” veya “tavır”, onunla sınırlı kalmayacaktır!..

“Örtüye çamur atmak” için fırsat kollayan bir “hazımsız”, aynen şunu diyecektir:

“Şu başörtülülerin yaptığına bak!.. Bunlar, zaten hep böyle!.. Bir de başörtüsü takmış!.. Şuna bak; utanmadan, herkesin içinde sakız patlatıyor!”

Aynı şeyleri, “başı açık” bir hanım yapsa; gayet iyi biliyorum ki; tepkinin hedefi “kitlesel” değil, “bireysel” olacaktır!..

Nihayetinde, “Şu kadının yaptığına bak!” denilip geçilecektir!..

Ama, tekrar ediyorum;

Söz konusu olan “başörtülü” bir hanım olunca, hakaret veya olumsuz tavrın hedefi, “kişinin kendisi” değil, başındaki “örtü” veya vücudunu saran “tesettür”ü olacaktır!..

İşte bunun için diyorum ki;

“Tesettür”ü tercih eden veya başına “örtü” bağlayan bir hanım, bu tercihiyle, aynı zamanda bir “misyon” yüklenmiş ve “kendisinin ötesinde” bir kimliğe bürünmüştür!..

Dolayısıyla;

Her nerede, “ne” yapıyorsa, bilmelidir ki; aldığı “nefes”ten sergilediği “hareket”e kadar, hemen her şeyi, “diğer başörtülüleri” de bağlar!..

En azından öyle görülür/görülüyor!..

SARIK LEKE GÖTÜRMEZ!

Aynı şey, elbette “erkekler” için de geçerlidir… Başına “sarık” bağlamış, sırtına “cübbe” geçirmişsen; “söylem”lerine de dikkat edeceksin, “eylem”lerine de!..

Bir “hoca” isen, sarığını “beyaz” tutacak ve ona asla “leke” kondurmayacaksın!..

Haa, şöyle diyebilirsin;

“Hakkımdaki bütün iddialar, birer iftiradır!.. Benim o taraklarda bezim yok!”

İyi hoş da; sen bilmez misin ki, bazı olayların “vukuu, şuyuundan beter”dir!..

Ki, bunun örnekleri var…

Şahsen ben; Fadime Şahin’le adı çıkan Müslüm Gündüz’ün, herhangi bir “cinsel ilişki”ye girmediğini çok çok iyi biliyorum.

Aynı şekilde, Hüseyin Üzmez’in de, 14 yaşındaki kıza bir “halt” ettiğini sanmıyorum.

Ama, ne oldu?..

Hiç kimse; “Her koyun kendi bacağından asılır” demedi… Çünkü; “koku”su, bütün “mahalle”yi rahatsız etti…

Müslüm Gündüz, “28 Şubatçılara malzeme” oldu ve onun yüzünden bütün “Müslüman”lar “töhmet” altında kaldı… Hüseyin Üzmez de, hem kendini rezil etti, hem de “camia”ya büyük zarar verdi!..

Aynı şekilde;

Prof. Zekeriya Beyaz’ın, “otelde porno film” seyretmesinin, Prof. Yaşar Nuri Öztürk’ün de; “Allah İle Aldatmak”tan dem vururken, karısını “Şahane ile aldatması”nın verdiği “zarar”ın, sadece “kendileriyle” sınırlı kaldığını mı sanıyorsunuz!.. Sadece “dile düşmek”le kalmadılar, “Din, iman” diyen herkesi “töhmet” altında bıraktılar!..

MİSYON MU, KONDÜSYON MU?

Gündemdeki “Cübbeli Ahmet Hoca” olayı dolayısıyla tekrar diyorum ki;

Özellikle “dini” konularda “misyon” yüklenen adamların, elin karıları-kızlarıyla “cinsel kondüsyon”larını test etme gibi bir lüksleri olamaz!..

Ya “göründüğün gibi” olacaksın, ya da “olduğun gibi” görüneceksin!..

Bırakın bir “halt” işlemeyi, böyle bir “izlenim”e yol açmaktan bile uzak duracaksın!..

Hele de;

“Teknoloji”nin zirvede olduğu ve hiçbir “halt”ın “gizli-saklı” kalmadığı bu devirde!… Artık, hiçbir şey “dört duvar” arasında kalmıyor!..

“Kamera”lar takipte!..

Bırakın kameraları,

Allah takipte, Allah!..

“Kamera”lardan kaçabilirsiniz,

Ama Allah’tan kaçamazsınız!..

Bırakın bu çirkef işleri!..

“Nur”a “kir” bulaştırmayın!..

Ya da;

Soyunun “misyon adamlığı”ndan!..

Mahmut Efendi Hazretleri Kim’dir!

Mahmud Efendi Hazretleri 1929′da Trabzon vilâyetinin Of kazasının Miço (Tavşanlı) köyünde doğdu. Babası Mustafa oğlu Ali Efendi, annesi Tufan kızı Fâtıma Hanımefendi verâ ve takva ile maruf muhterem kimseler idiler.

Mahmud Efendi Hazretleri 1929′da Trabzon vilâyetinin Of kazasının Miço (Tavşanlı) köyünde doğdu. Babası Mustafa oğlu Ali Efendi, annesi Tufan kızı Fâtıma Hanımefendi verâ ve takva ile maruf muhterem kimseler idiler. Ali Efendi köyün camisinde imamlık yapar, aynı zamanda kendi tarlasında da ziraatla meşgul olurdu. Tarlası câmiye uzak olmasına rağmen vazifesini hiç aksatmaz, mutlaka câmiye gelir, ezan okur ve namazı kıldırırdı.

Bazen köylüler ziraatla meşgul olduklarından câmiye gelemezler, Ali Efendi namazı tek başına kılmak zorunda kalacağını bildiği halde işini bırakır, yine de namazını câmide kılardı.

Ali Efendi ibadetine düşkün, çokça Kur’ân okuyan kanaat ehli bir kimse idi. 1954 senesinde zorluklarla biriktirdiği parasıyla hacca gitti ve Mekke-i Mükerreme’de rahatsızlanarak vefat edip Cennetü’l-Me?lâ’da, daha önce orada vefat etmiş bulunan babası Mustafa Efendi’nin yakınına defnedildi.

Annesi Fâtıma Hanım kul haklarına çok dikkat ederdi. İneklerini meraya götürürken kimsenin bahçesinden otlamasın diye ağızlarını bağlardı. Kazara bir ineği başkasının bahçesinden otlayacak olsa hemen sahibinden helallik ister ve o inekten sağdığı sütün tamamını bahçe sahibine verirdi.

İLME BAŞLAMASI, HOCALARI VE İCAZETİ

Mahmud Efendi Hazretleri altı yaşındayken hafızlığını babası ve annesinde yaptı. Ailesinin ve yetiştiği çevrenin dindarlığının da etkisiyle küçük yaşına rağmen namazları câmide kılıyor, nafile ibadetlere de ihtimam gösteriyordu.

Hafızlığını bitirdikten sonra Ramazan ayında Kayseri’ye gidip o bölgenin muteber ulemâsından olan Tesbihcizade Ahmed Efendi’den sarf, nahiv ve Farsça okudu. Kayseri’de bir sene kaldıktan sonra memleketi Of’a dönerek zamanın en meşhur kıraat âlimi Mehmed Rüşdü Aşıkkutlu Hoca Efendi’den Kur’ân-ı Kerîm kıraat etti.

Belağat, ilm-i kelam, tefsir, hadis, fıkıh ve usûl-ü fıkh gibi sâir ulûm-i şer?iyyeyi ise aklî ve naklî ilimlerde mütehassıs ulemâdan ve Süleymaniye Medresesi dersiâmlarından olan eniştesi Çalekli Hacı Dursun Fevzi Efendi’den ikmal ederek henüz on altı yaşında iken icazet aldı.

Kendisi okurken okutmaya başladığı talebelerini yedi sene kadar okuttuktan sonra askere gitmeden icazet verdi (ki o tarihlerde bu, başarılması çok zor bir işti).

ŞEYHİ ALİ HAYDAR EFENDİ’YLE TANIŞMASI

Askerde bulunduğu sırada ise hayatının seyrini değiştirecek olan en büyük üstadı ve şeyhi Ali Haydar Efendi’yle tanıştı. Ali Haydar Efendi Hazretleri Osmanlı sultanlarından son dört padişahın huzur hocalarından olup, Meşîhat-ı İslâmiyye’de Hey’et-i Te’lîfiyye Reisi idi.

Müteassıb bir Hanefî olan Ali Haydar Efendi “Mezâhib-i erbe?anın fıkıh kitapları kaybolsa hepsini ezberden yazdırabilirim” diyecek derecede dört mezhebin fıkhına da vâkıf biriydi ve aynı zamanda dört mezheb müftüsüydü. Mecelle’nin “Büyu? ve icâre” bölümünün hazırlanması Kendisine tevdî edilmiş, Seçtiği sekiz kişilik ilmî bir heyetle bu kısmı itmam etmişti. Daha sonra İstanbul müftülüğü ve diyanet işleri reisliği yapmış olan Ömer Nasûhi Bilmen gibi muktedir bir fakîh bu heyette Kendisinin dördüncü kâtibiydi.

Ali Haydar Efendi son devir Osmanlı ulemâsının en büyüklerinden sayılan merhum Zâhidü’l-Kevserî’ye bir fetvasından dolayı Meşîhat’ta çıkışmış, sonra Kahire’ye gidecek olan talebesi Emin Saraç Hoca Efendi ile: “O şimdi muhâcir oldu, ben bir defa kendisine çıkışmış idim, hakkını bana helal etsin” diye kendisine haber gönderdiğinde Zâhidü’l-Kevserî: “O bizim üstadımızdır, her zaman bize çıkışma hakkına sahiptir” diye kendisinden övgüyle bahsetmişti.

İşte Mahmud Efendi murad (Allâh-u Te?âlâ tarafından seçilmiş) kullardan olduğu için böyle büyük bir âlim ve şeyh olan Ali Haydar Efendi Kendisinin ayağına gönderildi, şöyle ki: Ali Haydar Efendi’nin kırk sene evvel vefat etmiş olup Bandırma’da medfun bulunan şeyhi Ali Rıza Bezzaz Hazretleri bir gece İstanbul’daki tekkede bulunan Ali Haydar Efendi Hazretleri’ne mânevî yolla zuhur edip, o günlerde orada askerde bulunan Mahmud Efendi’yi takdim ederek: “Bandırma’ya hemen gel ve buradaki emaneti al” diye emir buyurmuş.

Bunun üzerine Ali Haydar Efendi derhal Bandırma’ya gidip Tekke Câmii’ne varmış ve yanında bulunan müridlerine: “Burada bir asker var, onu bulun ve bana getirin” buyurmuş. Bu emir üzerine Bandırma’da bir asker aramaya başlamışlar. Fakat bu askerin adı, soyadı ve adresi olmadığı için işleri hiç de kolay olmamış.

Bundan sonrasını Mahmud Efendi Hazretleri şöyle anlatır: “Küçük yaşlarımdan beri âlimlere ve şeyhlere karşı muhabbetim vardı. Nerede bir âlim, bir Allâh dostu olduğunu öğrensem onu ziyaret ederdim. Bandırma’da acemi birliğinde askerlik yapıyorken orada da ziyaret edip, duasını alabileceğim âlim bir zat, bir şeyh efendi var mı diye merak ediyordum. Orada Halil Efendi isminde takva sahibi bir zat vardı. Bir keresinde ona: ‘Buralarda şeyh yok mu?’ diye sordum. O da bana Ali Rıza Bezzaz Efendi Hazretleri’nin kabrini göstererek: ‘Bu zatın halîfesi var, lakin O da İstanbul’da’ dedi.

Bunun üzerine ben o zatın kabrini ziyaret ettim. O’nun halîfesini de ziyaret edip duasını almayı arzu ettiğim için, ‘Bir fırsatını bulup İstanbul’a nasıl gidebilirim?’ diye düşünmeye başladım, işte o anda kalbim O zata doğru aktı. Artık daima O’nu düşünür oldum.

Bir gün Bandırma’da deniz kenarındaki Haydar Çavuş Câmii’nde cuma namazını eda ettim. Namazdan sonra câminin bir köşesinde beyaz sarıklı, beyaz cübbeli, gayet heybetli ve nûranî bir zat gördüm. Bana padişah gibi heybetli geldi. O zatın kim olduğunu sorduğumda bana: ‘İşte O zat Senin görmek istediğin Ali Haydar Efendi Hazretleri’dir’ dediler.

Çok sevindim ve O’nunla görüşmek istedim. Fakat yakınları temkinli davranıp bana: ‘Zaman çok kötü, bu zat takipte. Gece gelirsen görüşürsün’ dediler. Gece gittiğimde rahatsız olduğu için erken yatmıştı. Kendisiyle ancak ertesi gün görüşmek nasip oldu, huzuruna girdiğimde beni görür görmez: ‘İşte kitaplarımı teslim edeceğim kişi budur’ dedi. Böylece görüşüp tanıştık, Beni Kendisine mânen Şeyhi’nin teslim ettiğini bildirdi ve Kendisinden ayrılmamamı tenbih etti, bir daha da O’nu hiç bırakmadım.”

İLME VERDİĞİ ÖNEM VE DÎNÎ İLİMLERİ NEŞRİ

Şeyhi Ali Haydar Efendi’nin vefatıyla Mahmud Efendi Hazretleri’nin hayatında yeni bir merhale başlamış oldu. Bir taraftan imamlık yaparak cemaatle, bir taraftan talebe okutmakla, diğer bir taraftan da Ali Haydar Efendi Hazretleri’nin vasiyeti vechile tarikat ehli ihvanı irşâd ile meşgul oluyordu.

İmamlık yaptığı İsmailağa Câmii’ni hem tekke hem medrese hem de emr-i bi’l-mâruf ve nehy-i ani’l-münker merkezi olarak kullanıyordu. Osmanlı medreselerinde takib edilen usul üzere daha askere gitmeden önce memleketinde birçok talebe okutmuş ve birçok kimselere icazet vermiş olan Mahmud Efendi Hazretleri’nden İstanbul’da da birçok imam, vâiz ve müftü ders aldı.

Kendisi daima insanları ilme, amele ve ihlasa teşvik etti. O zamanlarda ilim okumak ve okutmak hele ki sünnet-i seniyyeden taviz vermeden bu işi yapmak hiç de kolay değildi.

Köylerde cenazeleri kaldıracak, ramazanlarda teravih kıldıracak ve mukabele okuyacak kişileri bulmak bile zor hale gelmişti. Avam halk Kur’ân-ı Kerîm’i okuyamaz, namaz kılmayı bilemez, dînî vecîbelerden bîhaber ve dahî îman şartlarını sayamaz ve kelime-i şehâdeti bile telaffuz edemez hale gelmişti.

On sekiz sene ezân-ı Muhammedî Türkçe okutulmuş, Arapça okuyanlar takibe uğrayıp cezalandırılmıştı. Din adamları ve mütedeyyin insanlar basın-yayın organları kullanılarak kötülenmiş, iftiralar atılarak halkın nazarından düşürülmeye çalışılmıştı ve bu işte oldukça mesafe de kat edilmişti.

Sakallılar, sarıklılar papaz diye yaftalanmış, çarşaflılar öcü gösterilmiş ve hatta fahişe ithamlarına hedef kılınmışlardı. Bu maksatla nice filimler, tiyatrolar ve piyesler düzenlenmişti. Bu iş meydanlarda çarşaf çıkarma merasimleri icra etmeye kadar varmıştı. İlkokuldan itibaren çocuklar bu telkinlerle büyütülmeye başlanmıştı. İnsanlar körü körüne Avrupa’yı taklit etmeye teşvik edilmiş ve bu hususta bütün ölçüler ayakaltına alınarak her türlü rezalet açıktan işlenir hale gelmişti.

Dînî ilimleri içeren kitaplar bir yana Kur’ân-ı Kerîm okumak bile yasaklanmıştı. Bu şartlar altında dînini öğrenmek isteyenler dağlarda, mağaralarda, ahırlarda ve mezarlıklarda köşe bucak kaçarak, dışarılara nöbetçiler bırakarak ders okumaya çalışıyorlardı.

Kur’ân-ı Kerîm’i Arapçasından okuyabilmenin bile ulaşılması çok zor bir iş olduğu bu ağır şartlar içerisinde Mahmud Efendi Hazretleri’nin kırk-elli senelik kısa bir zaman zarfında erkekli kadınlı binlerce hoca, on binlerce talebe yetiştirmesinin ve milyonlarla ifade edilen sakallı erkeklerin ve çarşaflı kadınların yetişmesine sebep olmasının her türlü takdirin fevkınde bir hizmet olduğu âşikardır.

On beş-on altı yaşlarındaki gençlerin sakallarına jilet vurmaması, sarık, şalvar, cübbe giymeleri, hafızlık yapmaları ve Kur’ân ilimlerini tahsil etmeleri, genç kızların çarşaf giymeleri ve küçük yaşlarda Kur’ân’ın manasını anlayacak seviyeye ulaşmaları hiç şüphesiz büyük bir gayretin ve yüce bir mânevî tasarrufun eseridir.

Mahmud Efendi Hazretleri hemen hemen bütün illeri, kasabaları ve binlerce köyü gezerek emr-i bi’l-mâruf ve nehy-i ani’l-münker yaparken daima insanları ilim öğrenmeye çağırıp durdu. Kendisine “Bir emriniz, bir arzunuz var mı?” diye soranlara “Her mahalleye bir kız bir erkek medresesi yapın” diye cevap verirdi.

Kendisinin ilme teşvik babındaki bazı sözleri şöyledir:

“Ey talebeler! Sizler, kurumuş toprakların yağmur yüklü bulutları, direksiz kubbenin direklerisiniz.”

“Ömrümden üç nefesim kalsa size okuyun, okuyun, okuyun derim.”

“Sizin yerinizde olsam bu sabah kahvaltı yapmadan ilme başlardım.”

İLİM NEŞRİNDE TÂKİP ETTİĞİ USÛL

Mahmud Efendi Hazretleri’nin yaşadığı zamana ve Türkiye şartlarındaki insanların ahvâline göre ilmi artırmada kullandığı tedrîcî üslub hayret vericidir.

Hatta bâzı ilim ehli kimseler bu husustaki inceliğe muttalî olamadıklarından kendisini tenkid bile etmişlerdir. Çünkü insanlara “Emsile, Bina, Avâmil okuyun yeter” diyerek ilme teşvik ediyordu.

Kur’ân-ı Kerîm okumayı dahi bilmeyen, geçim derdine düşmüş bir millete “On beş-yirmi sene ilim okumalısınız” demiş olsaydı acaba bu ilmi kim kabul ederdi.

Bir zaman sonra ilmî seviyeyi yükseltip zikrolunan kitaplara İzhar ve İzzî gibi diğer kitapları eklemiş ve “İzhar okuyan hocadır” buyurarak insanları heveslendirmişti.

Daha sonra bu kitaplara Kâfiye, Molla Câmî, Nûru’l-îzah, Mülteka, Telhis, Şerhu’l-Emalî, Şerhu’l-akaid gibi daha yüksek kitapları ekledi.

İlmin temelini bu şekilde atarak birçok talebeler yetiştiren Mahmud Efendi Hazretleri bunlarla da yetinmeyip “Mülteka ezberlenmeli”, “Hidâye okunmalı”, “Mülteka’nın şerhi Mecme?u’l-enhur’u anlayarak okuyup bitirmeyene hoca demem” gibi sözlerle ilmî seviyeyi daha da yükseltti.

Artık “Uzun uzun tefsirler, uzun uzun hadisler, fıkıhlar okuyun” diyor ve hoca olduktan sonra yedi sene fıkıh ihtisası yapılması gerektiğini söyleyerek içindeki niyetini dile getiriyordu.

Bu arada kadınların cahil kalmalarına gönlü razı olmadığından bu konuda da yeni bir çalışma yapıyordu. Kadınlara İslamiyet’i en kolay yine kadınlar anlatabileceği için onlardan da hocalar yetiştirmek gerekiyordu. Erkeklerin, kendilerine mahrem olmayan kadınları hele ki böylesine bozuk bir zamanda okutmaya kalkmaları birçok mahzuru beraberinde getireceğinden bu işe şöyle bir çare buldu; Kendisi önce erkekleri okuttu, sonra erkek hocalara hanımlarını ve kızlarını okutmalarını emretti. Kocalarından veya babalarından okuyan hanımlar da diğer hanımları okuttular.

Kadınların nurlarını söndüren unsurlar erkeklerinkinden daha az olduğu için kısa zamanda kadın medreseleri çoğaldı ve yayıldı.

Öyle ki okuyan kadınların sayısı erkekleri geçti. Nice kızlar hâfızlık yaptı ve niceleri hoca olup sâir kadınların hidayetlerine vesîle oldular.

Mahmud Efendi Hazretleri ilme teşvik babında vaazlarında defalarca şu sözleri tekrarlamıştır: “Boğaz köprüsünü alelâde marangozlar, demirciler yapabilir mi? Büyük mühendisler, büyük mimarlar lazım. İşte bu din köprüsünü de küçük hocalar yapamaz, büyük âlimler lazım.”

ULEMÂYA HURMET VE NUSRETİ

Ulemâya, talebelere çok hürmet eder, hallerine ihtimam gösterir ve onların müşkilleriyle bizzat ilgilenirdi. İlmiyle âmil olmayan âlimlere olsun, mücerred hâfızlara olsun son derece tâzim eder, huzuruna girdiklerinde ayağa kalkar, uğurlarken kapıya kadar refâkat eder, hatta arabada dahi ön koltukta oturan hâfız ise ayaklarını ona doğru uzatmaz, derli toplu otururdu.

Okuyanlara ve okutanlara maddî ve mânevî yardım etmekte elinden gelen her türlü imkânı kullanırdı.

1962 yılında ders halkasına katılan Konyalı bir talebesi şöyle anlatmaktadır: “Fatih’te müezzindim. Sabah namazından sonra İsmailağa’ya gider, öğleye kadar Hoca Efendi’den ders okurdum. Öğleden sonra da müzâkere ve mutâla?a ile ilgilenirdim. Beş tane çocuğum vardı. Evin kirasını ödemekte de zorlanıyordum. Ek işte çalışmaya karar verdim. Bunun için ders okumayı bırakmam gerekiyordu. Bir gün dersten sonra Hoca Efendi’ye durumu arz ettim. Çok müteessir oldu. Bana beklememi söyleyip, kendisi kalkıp evine gitti, hanımının bileziklerinden üç tane alıp geldi. ‘Al, bunlar sana hediyemizdir. Bozdur kiranı öde, lâkin dersten geri kalma’ dedi.”

İLİM VE TARÎKATI BİRLEŞTİRMESİ

Mahmud Efendi Hazretleri, şeyhi Ali Haydar Efendi Hazretleri gibi ilim ve tasavvufu cem eden zülcenâhayn bir zat idi.

Mahmud Efendi tarîkat üzerinde titizlikle durmakla birlikte şer?-i şerîften zerre kadar taviz verilmesine de asla müsaade etmemiştir. O her zaman rüyalara, zuhuratlara, keşiflere, kerametlere ve sâir hârikulâde hallere fazla itibar edilmemesi gerektiğini, asıl maksadın şerîat caddesinde istikamet etmek olduğunu dile getirmiştir.

Aşağıda zikredeceğimiz sözleri bu mevzûda ne kadar hassas davrandığını gözler önüne sermektedir:

“Mürşid olarak bilinen bir şahısta şerîatı tatbik var ise, o şahısta tarîkat da vardır. Şerîat yok ise tarîkat da yoktur, o şahıs mürşid olamaz.”

“Kendinizi rüya veya zuhuratta çok güzel hallerde görebilirsiniz. Şerîata aykırı hal ve hareketleriniz olduğu halde böyle rüyalar görüyorsanız, biliniz ki bu rüyalar sizin için istidractır. İstidrac; Allâh-u Te?âlâ’nın âsi bir kulunu derece-derece helâka çekmesi demektir. Bu kadar çalışmalarımız niçin? Şerîatı iyi becerelim diye. Dön dolaş hep şerîat.”

“İmâm-ı Rabbânî (Kuddise Sirruhu) Hazretleri 2. cildin 50. mektubunda şöyle buyuruyor; ‘Şerîatın hakîkatine kavuşmak için şerîatın sûretine uymak şarttır. Çünkü velâyetin (velîliğin) ve nübüvvetin (nebîliğin) bütün kemalleri, şerîatın sûreti üzerine kurulmuştur.”

ŞERÎAT VE SÜNNETE İTTİBÂSI

Mahmud Efendi Hazretleri insanları sadece sözüyle değil, hâliyle de ilme ve ibadete teşvik etmiş, başladığı hiçbir ibadeti bırakmamış ve istikametiyle görenleri gayrete getirmiştir.

Farz namazların evvel ve âhirindeki sünnet namazların hâricinde teheccüd, işrak, kuşluk, evvâbîn, tahiyyetü’l-mescid ve abdest şükür namazı gibi nevâfili hiç terk etmemiş hatta bir defasında “Kuşluk namazını terk edeceğine Mahmud ölsün daha iyi” buyurmuştur.

Pazartesi-perşembe orucunu, ramazanın son on günü îtikâfı terk ettiği görülmemiştir. Hadîs-i şeriflerde zikrolunan nâfile namaz, oruç ve zikir gibi ibadetlere devam etmiş, Müslümanları da teşvik etmiştir.

Üstad Hazretleri’nin unutulmuş sünnetleri diriltmesi, sünnetlerden mâadâ edeplere bile farz gibi riayet etmesi Müslümanlar tarafından sevilip takdir edilmesine vesile olmuştur. Türkiye’de “Takva” denilince, “Sünnet-i seniyyeye ittibâ” denilince akla gelen ilk isim olması bu dikkatinin netîcesidir.

Bir ara cemaatinin “Mahmudçular” ismiyle zikredildiğini duyduğunda çok üzülmüş ve cuma hutbesinde şunları söylemiştir: “Mahmudçular diyorlar. Allâh aşkına! Ben yeni bir din mi îcad ettim?! Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in günlük hayatta tatbik edilen dört bin küsur sünneti vardır, dördünü terk ettiğimi gören arkamda namaz kılmasın.”

ZİKİR VE TEBLİĞE VERDİĞİ ÖNEM

Mahmud Efendi Hazretleri şer-?i şerîfi bütün olarak gördüğü için sadece ilimle meşgul olup ibadette, zikrullâhın medresesi mesâbesinde olan tarîkat vazîfelerinde, dîni tebliğ etmekte ve emr-i bi’l-mâ?ruf nehy-i ani’l-münker yapmakta gevşeklik gösterilmesini asla tasvip etmezdi.

Bu mevzû ile alâkalı sarf ettiği şu sözleri zikretmek O’nun yolunun bir nebze olsun anlaşılmasına yardımcı olacaktır.

“Yatmadan evvel biraz ders (tarîkat virdi) ile meşgul olalım. Teheccüd namazından sonra devam edelim. İşrak vakti bitirelim. Ondan sonraki bütün vakitlerimizi ilme harcayacağız.”

“Zikrullah, Efendimiz (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)e en büyük ittibâdır. Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) zikirsiz durmazdı. ‘Rasulullah (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) bana zikri emretti ben de zikrediyorum’ demeli ve sabah akşam durmadan Allâh-u Te?âlâ’yı zikretmeli.”

Emr-i bi’l-mâruf ve nehy-i ani’l-münker yapılması gerektiğini beyan ederken şöyle derdi:

“İstanbul’un bütün evleri medrese olsa emr-i bi’l-mâruf ve nehy-i ani’l-münker olmasa bir değer ifade etmez.”

“Allah aşkına acıyın bu insanlara. Sel gibi cehenneme akıyorlar.”

Üstadı Ali Haydar Efendi’den şu sözü çokça naklederdi:

“Dîn-i Mübîn-i İslam’ın devam ve bekası emr-i bi’l-maruf ve nehy-i ani’l-münkerin devam ve bekasına, Dîn-i Mübîn-i İslam’ın inkırâzı (yıkılması) ise emr-i bi’l-mâruf ve nehy-i ani’l-münkerin terkine bağlıdır.”

ÂLİMLERİN KENDİSİ HAKKINDAKİ SÖZLERİ

Mahmud Efendi Hazretleri’nin şeyhi , son dört padişahın huzur hocası, dört mezhebin müftüsü ve Meşîhat-ı İslamiyye’de heyet-i te’lîfiyye reisi olan Ali Haydar Efendi Hazretleri Kendi yerine bıraktığı Mahmud Efendi Hazretleri hakkında: “(İlahî koruma sayesinde) Henüz Mahmud’umun sol tarafına bir seyyie(günah) yazılmamıştır. Mahmud’umun eli Benim elimdir.

Bende ne varsa Mahmud’uma verdim. O’nu sevmeyen âhirette Beni göremez.” buyururlardı.

Ali Haydar Efendi’den ve Zâhid el-Kevserî’den mücaz olan büyük âlim Emin Saraç Hocaefendi, Mahmud Efendi Hazretleri’ni sıkça ziyaret eder ve çeşitli vesilelerle:“Ali Haydar Efendi Hazretleri’nin murâdını Mahmud Efendi hayata geçirmiştir, çünkü Ali Haydar Efendi’nin tek arzusu ilmin yayılması ve (sakal, cübbe-şalvar ve çarşaf gibi) islam şiârının canlanmasıydı” derdi.

Mahmud Efendi Hazretleri’nin zâhirî ilimdeki üstadı Hacı Dursun Fevzi Efendi: ” Mahmud Efendi Hazretleri’nin arkasında namaz kılan, İmam-ı Âzam Efendimizin ardında kılmış gibidir” derdi .

Kendisi evvelki meşayıhtan icazetli bir şeyh olduğu halde ilk önce Ali Haydar Efendi Hazretleri’ne intisab edip O’nun halifesi olmuş, daha sonra Mahmud Efendi Hazretleri’ne intisab ederek O’nun yüce makamını itiraf etmiştir.

İmâm-ı Rabbânî Hazretleri’nin yedinci torunu ve Medîne-i Münevvere’deki Mazharî Ribâtı’nın son şeyhi olan Muhammed Mazhar el-Fârûkî Hazretleri, Mahmud Efendi Hazretleri’ni İstanbul’da ziyaret etmiş ve:

“Ben âlemleri gezdim, bu asırda Mahmud Efendi gibi şerîat ve tarîkatı birlikte yaşayan bir zat görmedim” demiştir.

İslam âleminin en büyük âlimlerinden ve Ehl-i Sünnet’in en büyük müdâfîlerinden olan Büyük Kutub Allâme Seyyid Muhammed Alevî el-Mâlikî (Rahimehullâh) Mahmud Efendi Hazretleri’ni İstanbul’daki dergâhında birkaç defa ziyaret etmiş, vefatından önce on gün kadar Kendisinin misafiri olmuş ve:

“Dünyada birçok cemaatler gördüm. Kimisi ilme önem verip tasavvufu zâyi etmiş, kimi de tasavvufa ihtimam gösterip ilmi zâyi etmişlerdir, ama Mahmud Efendi ve cemaati ilimle ameli, şerîatla tarîkatı birlikte yaşayıp-yaşatan müstesna cemaatlerdendir.

Bu kadar kalabalık müridi olup da kendisini öne çıkarmayan ve son derece tevâzû sahibi olan bir zat mutlaka evliyâullâhın kutuplarından biri olması gerekir, zira bu makam normal bir velîde tahakkuk etmez” demiştir.

2009 senesinin yaz aylarında vâki olan Şâm-ı Şerîf ziyaretinde akdedilen ulemâ ve meşâyih meclisinde Allâme Muhammed Sa?îd Ramazan el-Bûtî bu mevzûya işaret edip Mahmud Efendi’ye “Türkiye’deki sırrı siz muhafaza ettiniz” demişti.

Yine 2009 yılının Aralık ayında Mahmud Efendi’yi ziyarete gelen Büyük Muhaddis Allâme Muhammed Avvâme, bir sohbet esnasında etrafında toplanan on bin kadar talebeyi gördüğünde Hazreti Ali Efendimiz’in (Kerremellahu Vechehû) Kûfe’ye gelişinde İbni Mes?ûd (Radıyallâhu Anh)’ın talebelerinin O’nu karşılamaya çıkışlarını zikrederek Hazreti Ali (Kerremellahu Vechehû)nun İbni Mes?ûd (Radıyallâhu Anh) hakkındaki;

“Allâh İbni Mes’ûd’a rahmet etsin. Gerçekten bu beldeleri ilim doldurmuş” sözünü nakledip akabinde;

“Allâh Mahmud Efendi’ye merhamet etsin. Gerçekten bu beldeleri ilim doldurmuş” demişti.

Mamud Efendi Hazretleri’nin ilim, amel ve ihlastaki yüksek mertebesine daha birçok âlim değinmiştir ki, Büyük Muhaddis merhum Abdulfettâh Ebû Ğudde kendisini mescidinde ziyaret edip hürmetlerini arz etmiştir.

Medîne-i Münevvere’nin kutuplarından olup dünyadaki bütün velilerin meclisinde toplandığı Muhammed Zekeriya el-BuhârîHazretleri rüyasında Rasûlüllâh (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem)’i görmüş, Kâinatın Efendisi’nin hemen ardında da Mahmud Efendi Hazretleri’ni, ayağını Rasûlüllâh (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem)’in mübarek ayağını kaldırdığı yere koyarken görmüş, bunun üzerine Mahmud Efendi Hazretleri’ne: “Ben Buhara’da Seyr-u Sulûkümü tamamlayamadım, siz bana tamamlattırır mısınız? diye ricada bulunmuş. Efendi Hazretleri de: “Siz manen tamamlamışsınız” diyerek tevazu göstermiştir.

Şâm-ı Şerîf’in fukahâsından Abdurrezzak Halebî Hazretleri Mahmud Efendi Hazretleri’nin en büyük âşıklarından olup talebelerine daima onu tanıtmaya çalışmıştır.

Son devrin Hanefi fukahâsının en büyüklerinden olan Merhum Edîb Kellâs Hazretleri yüz yaşına yaklaşmış iken ellerde taşınarak Şâm-ı Şerîf ziyaretlerinde Efendi Hazretleri’ni ziyarete gelmiş ve onun hakkında: “Kalbimin sevgilisi”diye ihtiramda bulunmuştur.

Türkiye meşâyıhının ulularından, Kelâmî Dergâhı Postnişîni Ali Haydar Efendi Hazretleri’nin âhiretliği olan Mahmud Sami Ramazanoğlu Hazretleri, Mahmud Efendi Hazretleri’ni mescidinde ziyaret ederek O’nun yüce makamını tasdik etmiştir.

Gümüşhânevî kolunun önde gelen meşâyıhından Mehmed Zâhid Kotku Hazretleri, Mahmud Efendi Hazretleri’ni sürekli ziyarete gelmiş ve cenazesinin yıkanmasını ve namazının kıldırılmasını kendisine vasiyet etmiştir.

Ali Haydar Efendi Hazretleri’nin âhiretliği olan Alvarlı Muhammed Lutfî Efe Hazretleri’nin âhiretliği olan, Rasûlüllâh (Sallallâhü Aleyhi veSellem)’in kabr-i şerifinin kapısı herkesin önünde kendisine açılan ve vefatından altı ay sonra kabrinden çıkartıldığında kefeninde hiçbir leke bulunmaksızın etrafa misk kokuları saçan Hacı Salih Efendi Hazretleri, Mahmud Efendi Hazretleri’nin müridi gibi Pazar sohbetlerine katılır ve O’nun hakkında: “Kutb-u Medar bu Zattır, görmüyor musunuz, dünya etrafında dönüyor” buyurmuştur ki bu fakir bunu bizzat kulaklarımla duymuşumdur.

Son dönemde Kur’an’a çok büyük hizmeti geçmiş olan Gönenli Mehmed Efendi Hazretleri, Mahmud Efendi Hazretleri’ni sık sık ziyaret ederdi. Oğlu vefât ettiğinde Efendi Hazretlerimizle birlikte kendisine tâziye ziyaretine gittiğimiz zaman Efendi Hazretlerine hitaben : “Senin yaptıklarını biz beceremedik, ortalığı sakallılarla ve çarşaflılarla doldurdun. Bir kere rüyamda semânın bir katındaevliyâullahın toplantısına katıldım, tanıdığım bütün meşâyıh oradaydı, seni göremeyince sağa sola bakındım. O zaman hâtiften: “Mahmud’u aşağılarda arama. Yukarı bak! Yukarı! ” diye nida edildi ” demiştir.

Son devir Osmanlı Ulemasından ve Medîne-i Münevvere meşâyıhından olan Hattat Mustafa Necati Erzurûmî Efendi Hazretleri, Mahmud Efendi Hazretlerine çok tazim eder, Medîne-i Münevvere’de kaldığı otellerde Efendi Hazretlerini ziyaret eder ve :

“Şeytan senden kaçtığı kadar kimseden kaçmıyor. Bu zamanda şeytanın en büyük düşmanı sensin. “ derdi.

Muhammed Ali Sâbûnî gibi dünya çapında Meşhur Allame, Mahmud Efendi Hazretlerine intisab etmiş ve :

“Bu Zât sadece Türkiye’nin değil, bütün dünyanın şeyhidir. “ demiştir.

Seyda Cezerî’nin halifesi büyük âlim Mehmet Emin Er, Suud ulemasından Seyyid İbrahim Ahsâî, Mekke ulemasından Ahmed Nurseyf, Medîne-i Münevvere’de bulunan Arif Hikmet Kütüphanesimüdürü büyük âlim Ali Ulvi Kurucu, Erzurum müftüsü Halis Efendi gibi Üstadımız Hazretlerini ziyaret eden, kendisinin yüceliğini itiraf eden ve kendisine intisab eden daha birçok zevât-ı kirâm vardır kibunları tek tek saymaya ne bizim ömrümüz, ne yaşımız, ne de imkanlarımız müsait değildir.

Allah-u Teâlâ Bu Yüce Ğavs’ın dünyada himmetlerini, âhirette şefâatlerini cümlemize nasip eylesin.

İsmailağa Camii Tarihçesi

https://ismailagacamii.wordpress.com/

Fatih-Çarşamba’daki meşhur İsmailağa Camii’nin Kabe ölçülerine göre yapılmış tek cami olduğunu biliyor muydunuz?

İsmail Ağa Camii, mimarisinden çok sosyal konumu nedeniyle büyük ilgi gören ve önemli bir cami…Kabe’nin duvarlarının ölçüsü 11.68, 12.04, 10.18, 9.90 metre. İsmail Ağa Camii’nin duvarları da Kabe duvarları gibi birbirinden farklı ölçülere sahip.Mimarisindeki sadelik ve tevazu nedeniyle dış görünüş olarak turistik bir değer atfedilmeyen İsmail Ağa Camii’nin aslında dünyadaki Kabe ölçülerine göre yapılmış tek cami olduğunu biliyor muydunuz?1723 yılında Osmanlı’nın 56. Şeyhülislamı Ebuishak İsmail Efendi’nin yaptırdığı caminin ölçüleri, en, boy ve yükseklik olarak Kâbe’nin ebatları ile birebir örtüşüyor.Tüm duvarları tıpkı kabe gibi farklı ölçülere sahip. Yani 9m ile 11 metre. Kagir ve kubbeli cami, Lale Devri Osmanlı mimarisinin barok üsluba geçiş örneklerinden. Ana kubbenin iki yanında üçer küçük kubbe daha var. En, boy ve yükseklik bakımından Kábe’yle aynı ölçülerde.

Caminin içinde sekiz mermer sütunun üzerinde kadınlar mahfili cemaat bölümünün üstünde, beş küçük kubbe yer alıyor. Kabe’nin çevresindeki revakları hatırlatıyor. ..

Bu bölümün sağında ve solunda duvara oyulmuş iki mermer mihrap bulunuyor. İsmailağa Camii, 1894’teki büyük İstanbul depreminde harap oldu, minaresi yıkıldı. Bakırcı ve kalaycılara mesken oldu. 1952’de Vakıflar’ın gözetiminde halkın yardımlarıyla aslına sadık kalınarak onarıldı ve yeniden ibadete açıldı.