Bedduasında Boğulan BEL’AM

bedduasında boğulan belam

 

 

 

Belam bin Baura, Hz. Musa ve Hz. Yuşa aleyhisselam zamanlarında yaşayan, İsm-i Azam duasını bilip, her duası kabul olurken, dünyaya meylettiği için doğru yoldan sapan kişi.
Bel’am’a konu teşkil eden ayet meâlleri şöyledir: “Habibim! Onlara, şeytanın peşine taktığı ve kendisine verdiğimiz âyetlerden sıyrılarak azgınlardan olan kişinin olayını anlat. Dileseydik, onu âyetlerimizle üstün kılardık; fakat o, dünyaya meyletti ve hevesine uydu. Durumu, üstüne varsan da, kendi haline bıraksan da, dilini sarkıtıp soluyan köpeğin durumu gibidir. İşte ayetlerimizi yalan sayan kimselerin hâli böyledir. Sen onlara bu kıssayı anlat, belki üzerinde düşünürler.”
Bel’am karakteri şu özelliklerle öne çıkıyor;
1- Ayetleri çok iyi bildiği halde ilmiyle amel etmeyen
2- Şeytana uyarak azan
3- Güç ve iktidar (dünya) hırsı gözünü kör etmiş
4- Heva ve hevesine kapılmış
5- Köpek tıynetli “din alimi” geçinen kişi…

Mûsa (a.s.), Ken’âniler’ in Şam’daki topraklarına girmişti. Bu sırada Bel’am, el-Belkâ köylerinden Bal’â’da bulunuyordu. Ken’âniler’den bazıları Bel’am’ın yanına gelerek: “Ey Bel’am, Mûsa İbn İmrân İsrâiloğulları’nın başında olduğu halde bizi yurdumuzdan sürmek ve öldürmek üzere geldi. Bizim ülkemize İsrâiloğulları’nı yerleştirecek. Senin kavmin olan bizlerin ise yerleşecek bir yerimiz yok. Sen duâsı kabul edilen bir kimsesin. Onları defetmesi için Allah’a duâ et”, dediler. Bel’am: “Yazıklar olsun size! O Allah elçisidir; melekler ve mü’minler de onunla beraberdir; onlar aleyhine nasıl duâ edebilirim! Bildiğimi bana Allah öğretti” diye red cevabı verdi. Kavmi duâ etmesi hususunda ısrar ettiler.

Bel’am, Allah tealanın peygamberine karşı beddua edemeyeceğini bildirdiyse de, azgın ve imansız Belka şehri ahalisi bedduada bulunması için daha çok ısrar ettiler. Bel’am bin Baura’ya hediyeler getirip birçok dünyalık vad ettiler. Karısı da; “Eğer bu kavmin topraklarımızdan gitmesi için dua etmezsen senden ayrılacağım!” diye tehditte bulundu. Zalim hükümdar da beddua etmediği takdirde onu idam edeceğini söyleyerek idam sehpası kurdurdu. Bütün bunlar karşısında Bel’am bin Baura’nın gönlünde dünya malına ve servetine karşı meyl belirdi.

Bel’am, eşeğine binerek, İsrâiloğulları’nın çıkmakta olduğu dağa doğru ilerledi. Bu dağ, Husban dağıdır. Biraz gittikten sonra eşeği yere çöktü. Eşeğine binerek biraz ilerledikten sonra hayvan yine çöktü. Bel’am biraz evvelki gibi hareket ettikten sonra tekrar hayvanına bindi. Biraz yol alınca eşek yine çöktü. O, yine eşeği yerinden kalkıncaya kadar dövdü. Nihayet eşek, Bel’am aleyhinde bir delil teşkil etsin diye, Allah’ın izni ile konuşarak şöyle dedi: “Ey Bel’am, nereye gidiyorsun? Meleklerin önümde durarak beni yolumdan çevirdiklerini görmüyor musun? Allah elçisi ile mü’minler senin kavmin aleyhinde duâ etmektedirler.”  Fakat Bel’am, buna aldırış etmeden eşeğini döverek yoluna devam etti. Nihayet eşek onu Husban dağına çıkardı, Mûsâ (a.s.)’ın ordusunun ve İsrâiloğulları’nın karşısına götürdü. Bel’am onlara bedduâ etmeye başladı; fakat İsrâiloğulları’na beddûa ederken Allah onun dilini kendi kavmi aleyhine çevirdi. Yanında bulunan halk, onun kendi aleyhlerine bedduâ etmekte olduğunu görünce: “Ey Bel’am! Ne yaptığını biliyor musun? Sen İsrâiloğulları’na hayır duâda, bize bedduâda bulunuyorsun” dediler. O: “Ben bunu kendi ihtiyarımla yapmıyorum, Allah dilime hâkim oldu” dedi. Bunun üzerine dili ağzından çıkarak göğsü üzerine sarktı. Sonra kavmine: Dünya ve âhiret benim elimden gitti, artık hileye başvurmaktan başka çare yoktur…” dedi.

Allahü tealanın kendisine ihsan ettiği nimetlerin kıymetini bilmeyen, irade-i cüz’iyyesini şeytanın ve kötü insanların istekleri doğrultusunda kullanan Bel’am bin Baura, nefsin ve şeytanın saptırmasıyla, dünya malına ve kadına meylederek yeni hileler peşine düştü ve imansız öldü. Kur’an-ı kerimde A’raf suresinin 175. ve 176. ayet-i kerimelerinde soluyan köpeğe benzetildi. “Onun gibiler köpek gibidir.” sözü, dillerde darb-ı mesel kaldı.

Belam bilgisini Allah’a karşı kullanan bir alim olarak sembolleşti. Belam, bilgisini mevcut otorite lehine kullanan kişidir. İlmin namusunu satan alimdir. Havasına tabi olup ilim üzerine sapıtandır. Allah, böylelerini lanetlemiştir.

Ancak Bel’am, dünyevî çıkar ve hesaplar için Allah’ın dinini tahrif eden bir ilim ve din adamını küfür sistemlerine ve kâfir yöneticilere yaranmak maksadıyla Allah’ın hükümlerini çiğneyen ve asıl gayesinden saptıran kimseleri temsil etmektedir.

İnsanları “Allah (c.c.) adını kullanarak”‘ aldatan, hevâ ve heveslerini tatmin için “Tevhid akîdesini” tahrip eden “Bel’am’ın” etkisi korkunçtur. İslâm topraklarında; kâfirlerin istilâsını hazırlayan güç, “Bel’am”dır.

 

Hocam Sana da Artık İNANMIYORUZ

.

.
.

İstanbul Emniyet Müdürlüğü Organize Suçlarla Mücadele Şube Müdürlüğü ekiplerinin 09.12.2011 tarihinde Karagümrük çetesine yönelik düzenlediği operasyonda, Cübbeli Ahmet Hoca’da  gözaltına alınmıştı. Gözaltına alındığı günden itibaren, duruşmanın yapılacağı 21 Eylül 2012 tarihine kadar neler yaşandı, neler değişti ayrıntılarıyla henüz bilemiyoruz. Fakat bildiğimiz birşey var ki o da, daha önce dinler arası diyalog meselesinde net çizgileri olan ve bu diyalog faaliyetinin başını çeken şahsa da aynı net tavrı koyan Cübbeli Ahmet Hoca, duruşmaya günler kala Fetullah Gülen hakkında  methiyeler serdetmeye başladı.

.

Mahmud Efendi Hazretlerinin ismini kullanarak, Fetullah Gülen hakkında övgülerde bulunması, bulunduğu çizgiden net bir şekilde kaydığını ve taraf değiştirdiğini göstermeye yeterli.. Birçok sohbetinde, kitaplarında ve sözlerinde ‘Dinlerarası Diyalog‘ meselesine, Efendi Hazretlerinden yaptığı alıntılarla Ehl-i Sünnet’in çizgizi budur! diyerek, “Kafirlerde Cennete Girecek” diyenlere karşı tavır koyan Cübbeli Ahmet Hoca, nasıl oluyor da Dinlerarası Diyalog faaliyetinin başını çeken Fetullah Gülen’e sevgi gösterisinde bulunabiliyor. Dinlerarası Diyalog faaliyetine tavır koyulması Efendi Hazretleri tarafından dile getirilmişken…

.

Birileri çıkıp şunu diyecektir, “hocamız dinlerarası diyaloğu hala eleştiriyor, sadece Fetullah Gülen hakkında iyi düşüncelerini belirtmiş, bunda ne mahzur olabilir ki?” 

.

Oysa Cübbeli Ahmet Hoca yıllarca sohbetlerinde, “Ey iman edenler! Mü’minleri bırakıp da kâfirleri dostlar edinmeyin. (Bunu yaparak) Allah’a, kendi aleyhinizde apaçık bir delil mi vermek istiyorsunuz?” (Nisa/144) “Mü’minleri bırakıp da kâfirleri dost edinenler, onların yanında izzet (güç ve şeref) mi arıyorlar. Bilsinler ki gerçekten bütün izzet ve şeref yalnızca Allah’a aittir.” (Nisa/139) ayeti kerimelerini okuyarak, kafirleri dost edinenleri de dost edinmemek gerektiğini ayetin dahili manasıyla söylüyordu. Kafirleri dost edinenleri övmek yada sevmek, ellerindeki güç ve şereften(!) pay istemektir. Böyle bir sevgi gösterisi ise, insanın kendi aleyhine bir delil ve yoldan saptığının da işaretidir!

.

Cübbeli Ahmet Hoca, “Dinlerarası Diyalog” meselesinde yaptığı tenkitler ve eleştiriler yüzünden cezaevine atıldığını söylemekteydi. Komployu kuranların da diyalogcular  olduğu çoğu zaman dile getirildi. Cezaevinden çıkmak için nasıl bir ifade kullanmalıydı peki? “imâmü’l-beyan olduğu gibi, fesahat, belagat, hissiyat, tevâzu ve takdirde de âbide bir şahsiyet olduğunu bir kere daha izhar buyurmuştur” şeklinde bir ifade yeterli olur muydu? Veya “Hizmet ettiğim camianın bazı hocaları kıskançlık yüzünden bana bu zulmü reva görürken muhterem Hoca Efendi’nin bana şefkatle yaklaşması beni çok duygulandırmış ve şu yazıyı yazarken hıçkırıklara boğmuştur” diyerek, kendi cemaatının insanını elinin tersiyle itmek, Yahudi ve Kafirleri dost edinenleri dost edinen şahsa, açıktan ve alenen beyaz bayrak çekmek mi gerekiyordu..

.

Sebep şu veya bu.. Bir şekilde bulunduğu çizgiden kayarak farklı bir mecrada at koşturmak isteyen Cübbeli Ahmet Hoca’nın dizginlerini birileri eline geçirmiş görünüyor. Kimin eline geçtiğini merak edenler aşağıda verilen mektup notlarına göz atabilir..

 

Buraya bir not düşmek gerekir.. Hizmet grubunun son zamanlarda AKP’ye karşı alternatif arayışı ve CHP’ye bile “bir fırsat vermek” şeklinde okunabilecek açılımları, Kemalistlerle-Cemaat’i ilerleyen zamanlarda aynı çatı altında toplayabilir. Cübbeli Ahmet Hoca meselesine bu açıdan bakıldığında, yerine göre Kemalistler ve yerine göre Cemaat/Hizmet, şartların uygunluğuna göre kendi amaçları etrafında istifade etmekte..

.

Cübbeli Ahmet Hoca’nın da, “Muhterem Fetullah Hoca Efendi” şeklindeki hezeyanı ve “Ehli Sünnet’in Kalesi” şeklindeki yaklaşımı, gafletten öte ortak bir paydanın işareti olduğunu göstermektedir. Bu ifade kendisini cezaevinden çıkarmaya yeterli gelse bile, kendisini sevenlere yeterli gelmeyecek ve gönüllerinde müebbet hapse mahkum olacaktır, ta ki söylediği ifadelerden geri dönmüş olduğunu açıklayana kadar!

.

Cübbeli Ahmet Hoca’nın Mektup metnini yine kendisinin mektupta not olarak düştüğü adresten paylaştık. Reklam(!) korkusu taşımadan o ifadeyi yayınlıyoruz ve dileyen oradan tetkik edebilir: “Benim resmi internet sayfalarımın adresleri, facebook sayfası için; facebook.com/cubbelihoca571 twitter sayfası için; twitter.com/cubbelihoca571 şeklindedir”

 

.

BAZI EHEM TEBLİĞLERİM

 .

1) Ben size içeri girdiğim günden beri Muhterem Fethullah Hoca Efendi’nin nezih cemaatinin bana atılan iftiralardan berî olduğunu bildirmiştim, hatta rüyamda Hoca Efendi’nin bana dua ettiğini gördüğümü anlatmıştım.

.

Kiminiz benim bunu takiye yollu yaptığımı sanmıştınız. Hatta Mudanya’dan gelen bir cemaat bunu bana bizzat ifade ettiklerinde onlara da “Ben takiyye yapacak adam mıyım?! İnanmadığım bir şeye sizi inandırmaya nasıl çalışırım?!” demiştim.

.
Zaten Hoca Efendi hakkında: “Ehl-i Sünnet bir âlimdir, ona hüsn-ü zannımız var” buyuran Mahmud Efendi Hazretleri’ne bağlı biri olarak başka türlü bir fikir yürütmem de düşünülemezdi, nitekim evvelce çıktığım Teketek ve Sansürsüz gibi programlarda yapmış olduğum konuşmaları hatırlayanlar buna vâkıftırlar, bilmeyenler bu konuşmalarımı bulabilirler.

.
İşte 5 eylül çarşamba günü tam da Mudanya’dan gelen arkadaşların ziyaretinin ardından Muhterem Hocamız’ın yakın bir talebesiyle bana hediye gönderdiği “el-Kulûbu’d-Dâria” ve “Beyan” isimli iki eserinin üzerine hatt-ı destiyle ramazan-ı şerifin 12’sinde kaydetmiş bulunduğu şu iki ithaf yazısı, benim bu konuyu doğru anladığımın en bariz şahidi olmuştur.

.
Muhterem Hoca Efendi Hazretleri “el-Kulûbu’d-Dâria” isimli şaheserinin dîbâcesine yazmış bulunduğu:
“Her zaman Sünnî duygu ve düşüncenin sesi soluğu olmasını bilmiş, aydınlık ruh, Derihşân-ı Seyyidina Hazret-i Yusuf yolunda, Yusuf ‘Âlâ Nebiyyinâ ve Aleyhi’s-salât’ın çilesine mâruz, sıdk-u sebat âbidesi, mübarek ve mümtaz Hocamız Ahmed Efendi Hazretleri’ne en yakın zamanda mübarek irşad vazifelerine dönmeleri dua ve niyazı ile.

Pürkusur ed-Dâ‛î ve’l-Müsted‛î

M. Fethullah Gülen.”

şeklindeki ithâf-ı şâhânesinde bu fakîr-i pür taksîrin Ehl-i Sünnet’in sesi ve soluğu olduğunu beyanla hizmetlerime en kısa zaman içerisinde dönmem için dua ettiğini beyan ediyor ve kendi eşsiz tevazuuyla yazısını “Dua eden ve dua isteyen” tabiriyle bitiriyor.

.
Kıymetli Hocamız “Beyan” isimli eserinin bidayetinde de:
“Zât-ı âlîlerinizin ilm-ü idrâk ufkuna (ilminize ve derin anlayışınıza) göre olmasa da hüzn-ü mukaddesinizde (kutsal üzüntünüzde) dinlendirici olabilir mülâhazasıyla arz ediyorum. Cüret sayarsanız affımı rica ederim. Kabul buyurursanız, kardeşiniz M. Fethullah Gülen”
şeklinde bir ithaf yaparak kendisinin kelam sahasında imâmü’l-beyan olduğu gibi, fesahat, belagat, hissiyat, tevâzu ve takdirde de âbide bir şahsiyet olduğunu bir kere daha izhar buyurmuştur.Zât-ı âlîlerine hepinizin şehâdetiyle şükran, ihtiram ve tebcillerimi arz ederim. Hocamızın ithaf yazısında kullandığı üslûba, kelime ve cümlelere dikkat ederseniz benim evvelce çıktığım birçok programda Hoca Efendi’nin şahs-ı âlîleri hakkında kullanmış olduğum hürmet dolu ifadelerde ne kadar haklı olduğumu bugün daha iyi anlayacağınızı düşünüyorum.

.
Hediye eserleri getiren Hoca Efendi’nin talebesi sohbetimiz esnasında, Hoca Efendi’nin benim hakkımdaki haberleri izlerken gözyaşlarını tutamadığını ve “Bunca yıl dinimize hizmet etmiş, bunca insanın kalbinde sevgisi yerleşmiş, televizyon kanallarında Ehl-i Sünnet’in görüşlerini kimsenin anlatmadığı şekilde beyan eden, müşârun bilbenân (parmakla gösterilen) bir Hoca Efendi’nin şahsında tekrar İslam’a darbe indirilmek isteniyor, bu iftiraları asla kabul etmem ve inanmam, kurtuluşu için dua ediyorum. Onun hakkında yanlış bir şey duyarsanız sakın bana nakletmeyin, çünkü onun gibi hizmet ehli biri hakkında kalbimde yanlış bir fikir taşıyarak âhirete çıkmak istemem” dedikten sonra kendilerine yönelerek “Siz de dua ediyor musunuz? Öyle umûmi değil, ismen ve hassaten dua edin” buyurduğunu nakletti ki zaten Hoca Efendi’nin ithaf ifadeleri, kendisinde bu hissiyatın hakim olduğunu açıklar mahiyettedir.

.
Ayrıca hediye eserleri getiren Hoca Efendi kardeş, kendilerinin benim sohbetlerimi takip ettiklerini bildirdi ve “Keşke araya aracı koymadan evvelce de istişarede bulunsaydık” diye hayıflandı.Bu arada sizlere şunu beyan etmek isterim ki bu fakir kardeşiniz Muhterem Hocamız’ın tazim ifade eden medhiyelerine asla lâyık biri değilim, okuyunca çok mahcup oldum. Hele o hoca kardeş: “Hocamız ‘Acaba bu hediyemizi kabul buyurur mu? Değilse affımızı iste’ diyerek bunları yolladı” diye anlatınca Hoca Efendi’de hâkim olan bu duygusallık ve mahviyet karşısında kendimden utandım. Ama:
«إِنَّمَا يَعْرِفُ ذَا الْفَضْلِ مِنَ النَّاسِ ذَوُوهُ.»
“İnsanlar içinde fazilet sahiplerini ancak fazilet erbâbı tanır” kaidesince değerli hocamız kendisine münasip bir üslup kullanmış.

.
Hizmet ettiğim camianın bazı hocaları kıskançlık yüzünden bana bu zulmü reva görürken muhterem Hoca Efendi’nin bana şefkatle yaklaşması beni çok duygulandırmış ve şu yazıyı yazarken hıçkırıklara boğmuştur. Üstadımız Hacı Mahmut Efendi Hazretleri’nin sürekli okuduğu bir beyitte buyrulduğu üzere:
“Ârifin kadrin gene ol ârif olanlar bilir,
Ehl-i ilmin rütbesini bilmez ehl-i inhitât.”

.
Sakın bu ifadelerimden benim kendimi fazilet ehli biri olarak gördüğüm manası çıkarılmasın, ancak ibare darlığından bu tabiri kullanmak zorunda kaldım. İmâm-ı Şafi‛î (Radıyallâhu Anh)a “Ahmed bin Hanbel seni ziyarete geliyor, sen de onu ziyarete gidiyorsun, hanginiz diğerine daha faziletli olduğu için gidiyorsunuz?” diye sorduklarında:
قَالُوا يَزُورُكَ أَحْمَدُ وَتَزُورُهُ قُلْتُ الْفَضَائِلُ لَا تُغَادِرُ مَنْزِلَهْ
إِنْ زَارَنِي فَبِفَضْلِهِ أَوْ زُرْتُهُ فَلِفَضْلِهِ فَالْفَضْلُ فِي الْحَالَيْنِ لَهُ
“Fazilet kendilerine yakışan yeri terk etmezler,
O beni ziyaret ediyorsa kendi (tevâzu ve) üstünlüğünden,
Ben onu ziyaret ediyorsam, o bunu hak ettiğinden,
Dolayısıyla iki halde de fazilet ona aittir”
buyurduğu gibi burada da naklettiğim “Fazilet ehli birbirini tanır” tabirindeki iki fazilet tarafı da Muhterem Hoca Efendi’ye işaret etmektedir.
Bu vesileyle bir kere daha gerçek âlimlerin letâfet, nezâket, tevâzu, müsâmaha ve merhamet cihetleri ortaya çıkmış ve âdây-ı dînin (din düşmanlarının) ilim ehli arasında tutuşturmak istedikleri fitne ateşleri sönmüştür. Rabbim bundan sonra da müfsitlerin yakmak istedikleri tüm ateşleri:
﴿كُلَّمَا أَوْقَدُوا نَارًا لِلْحَرْبِ أَطْفَأَهَا اهُّٰ ﴾
“Her ne vakit harp ateşi tutuştursalar, Allâh onu söndürdü” (Mâide Sûresi:64’den) kavl-i münîfiyle itfâ buyursun. Âmîn!
Muhterem Hocamız’ın tarafımıza gönderdiği ithaf yazılarından çıkarabileceğimiz bazı hususlar vardır:
a) Evvelce beyan ettiğim gibi Üstadımız Hacı Mahmud Efendi (Kuddise Sirruhû) Hazretleri’nin Fethullah Hoca Efendi hakkında sadece ismini söyleyerek hürmetsizlik yapan kişiyi uyarmak üzere: “Fethullah Hoca Efendi diye konuş” buyurmasında ve “Fethullah Hoca Efendi Ehl-i Sünnet ulemâsından okumuştur, batıla sapmaz” buyurmasında ne kadar isabetli olduğu ve hatta keramet izhar buyurduğu ortadadır.

.
Fethullah Hoca Efendi Türkiye’de bulunduğu zamanlarda Efendi Hazretlerimiz’i İsmailağa Câmii’nde özellikle itikafta bulunduğu günlerde ziyaret ederdi. Efendi Hazretlerimiz de rahmetli Necati Abimiz’le birlikte Hoca Efendi’yi ziyarete İzmir / Bornova’ya gitmişti.

.
Hoca Efendi yurtdışına gittikten sonra da Efendi Hazretlerimiz’in ziyaretine elçiler göndermiş, hediyeler göndermiş ve göndermiş olduğu bir Mushaf-ı şerifin üzerine Efendi Hazretlerimiz’e tâzim ifadeleriyle dolu bir ithaf yazmıştır.

.
Kendisine tarikata intisap için soranlara “Mürşid-i kâmil ararsanız Mahmud Efendi Hazretleri’dir, ona intisap edin” dediğini birçok şahitten dinledim. Zaten Hoca Efendi’nin çok değer verdiği hocası Hacı Salih Efendi Hazretleri de kendisi şeyh olduğu halde kendisinden ders isteyenleri: “Mürşid-i kâmil Mahmud Efendi Hazretleri’dir, ona intisap edin” buyurarak Efendi Hazretleri’ne gönderirdi ki ben bunun da şahitlerindenim. Dolayısıyla mürşidimizin kıymetini bilelim.

.
b) Hoca Efendi’yi yakînen tanıyanların beyân-ı vechile; kendisi yazılarında her kelimeyi özenle seçer ve inandığını yazar, bana göndermiş olduğu ithaf yazılarında seçmiş olduğu kelimeleri Mustafa Hoca Efendi teker teker izah edebilir ama “Sıdk-u sebat âbidesi” sözü bu fakirin en az 35 senedir bütün tehlikeleri göze alarak doğruları söylediğime ve 28 şubat sürecinde çektiklerime dikkat çekmektedir.

.
Zira birkaç senelik sebatla bu övgüye ulaşılmaz. Televizyon programlarının başladığı 2-3 senelik hizmetle de “Her zaman sünnî duygu ve düşüncenin sesi soluğu olmasını bilmiş” tabiri hak edilmez. Ama elbette ki Hüseyin Gülerce abimden duyduğum “Hoca Efendi ile senin Teketek’teki konuşmalarını dinledik” sözü Hoca Efendi’de bu konuşmalarım sayesinde bir kanaat oluştuğunu gösterebilir. Yine böylece Efendi Hazretleri’nin “Çık, çık. Faydalar olacak” sözündeki keramet ortaya çıkmıştır.

Hoca Efendi tabi ki çok talebe yetiştirdiği için onun hakkında çok daha büyük sinsi planlar hazırladılar.

.
Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) müşriklerin kendisini öldürmeye karar verdiklerini öğrenince hiç istemeyerek de olsa Mekke’den hicrete mecbur olduğu gibi Hoca Efendi de bu tehlikeyi görerek hicrete mecbur oldu. Hâlâ da dönmesi için müsait şartlar oluşmadığını geçenlerde ifade etti ki onun bu konularda herkesten daha bilgili ve ihtiyatlı olduğu âşikârdır. Rabbim bir an evvel şartlar oluşup vatan hasretinin son bulmasını nasip yelesin. Âmîn!

.
8 sene okuttuğum, hizmetlerinde gençliğimi ve sağlığımı tükettiğim bazı hocalar 9 aydır bir kere bile ziyaretime gelmezken, duada ismimi bile anmazken, annemin cenazesinde taziye bile yapmazken bana ismen dua eden ve talebelerine de ismen dua yapmalarını emreden muhterem Fethullah Hocamız’ı biz de ismen dualarımızda zikredelim ki böylece vefamızı göstermiş olalım.

 

 13 Eylül 2012 Perşembe/Metris Cezaevi

.

 

Uhud Mağarası’nı Betonla Kapatan Vehhabiliğin TARİH YAĞMASI

Vehhabi Suud Yönetiminin, Allah Resulü’nün Uhud Savaşında kaldığı Uhud Mağarasını beton doldurarak kapatmasını irdeleyen  İsa Çobanoğlu, bu düşüncesinin altında yatan tarihi süreç içerisindeki algıyı furkan haber’e değerlendirdi.

.
İsa Çobanoğlu
.
Uhud mağarasını beton dökerek kapatan Suudi yönetimi, ziyarete gelenlerin kayarak düşmesi sonucu büyük yaralanmaların yaşandığı ve buranın kutsallaştırılarak şirke yol açtığı gibi gerekçelerle mağarayı kapattığını belirtiyor.
.
Yeni Akit’in, uhud mağarasına beton dökülerek kapatıldığı haberi şöyle:
.
” Mağara önceki gün üzerine beton dökülerek, kapatıldı. Mağaranın kapatılması iki farklı gerekçeye dayandırılıyor. Bölge halkından alınan bilgiye göre; mağaranın etrafındaki taşların çok kaygan olması ve bundan dolayı ziyarete gelenlerin bu taşlardan kayarak kendisine zarar vermesi bu kararın alınmasında etkili oldu. İnsanların mağarayı kutsaması sebebiyle bu ziyaretler sırasında şirke dönüşülmesinin önüne geçmek de bir başka sebep olarak konuşuluyor.”
.
Medeniyet’in kurucusu Peygamberlerin ve Sahabinin uyguladığı herhangi bir işin manası kavranmadan, Tarihin, Kültürün ve İslami değerlerin manasının kıymet ifadesi elbette anlaşılamaz.
.
Yusuf aleyhisselam’ın, Yakub aleyhisselam’a gözlerine sürülmesi için gömleğini göndermesi ve gözlerinin açılması..
.
Allah Resulü’nün terini, bereket ve kokusu için toplayan Ümmü Süleym validemize; “isabet ettin” buyurmasını..
.
Resulülllah aleyhisselam’a eli değdi diye, Enes radıyallahu anh’ın elini öpen Hazret-i Sabit’in ruh derinliğinde ne ifade ettiğini… Hazret-i Ali radıyallahu anh’ın, hazret-i Abbas’ın ellerini ve ayaklarını öpmesinin mana derinliğini kavramak elbette Mutlak Fikir’le anlaşılabilir..Allah Resulü’nün etrafında halkalanan sahabi’nin manası ise bu ruh derinliğinde aranmalı.
.
Bu derinliği yakalamak bir kenara, dış yüzü değiştirmek için oluşturulan gayretler yüzyıllardır Ehl-i Sünnet’e darbe vurmak adına Vehhabilik adıyla faaliyet göstermektedir.
.
İslam Toplumu’nun tarih, kültür ve ruhunu beslediği mekanlarından birisi olan UHUD MAĞARASI’nı, ancak ‘Moğol’ları aratmayan Vehhabilik anlayışı beton doldurarak kapatabilirdi.
.
Eğer mesele, insanların ziyaret amaçlı mağaraya çıkarken sakatlanması ise, “yıllardır ziyaret edilen mekana çıkışı kolaylaştıracak bir merdiven dahi yapılmaması” Suudi yönetiminin bir ayıbıdır. Tarih şuuruna vakıf her insan da bu ayıbı net bir şekilde görür.
.
İbadet bakımından ziyareti zorunlu olmayan, lakin beden tefekkürü ve ruh bütünlüğü açısında ziyareti gerekli olan UHUD MAĞARASI, yüzyıllardır ahiret hayatının provasını yaşayan umreci ve hacılar’ın ziyaret yerlerinden biri.
.
Allah Resulü’nün Uhud Savaşı’nda içerisine girmiş olmasından dolayı Uhud Mağarası’nın içi ve etrafı tarif edilemeyen güzellikte misk kokusuyla kaplı.. İnsan, oksijen almak için her nefes aldığında gayri ihtiyari, ruh ve beden muvazenesini gerçekleştirmek üzere mana helezonuna kendini teslim ederek derin tefekküre geçiyor.
.
Uhud mağarası gibi “TARİH KOKAN” bir mekanı beton doldurarak kapatmak, İslam’ın ruh ve mana yönünün tarihle olan bağını kurutmaya yönelik olarak, kaba softa ve ham yobazın yapacağı bir iştir.. Bu uygulama, Ehl-i sünnet toplumunun içine yerleştirilmek istenen vehhabilik fitnesinden başka bir elle de yapılamazdı.
.
2 ay önce ise mescid-i haram da okunan hutbede ; “Osmanlı’dan kalan varaklar kaldırılacak” diyen Vehhabi Suud yönetimi, Osmanlı’nın şahsında Ehl-i Sünnet’e olan tavrını da dile getirmiş oluyordu. 1800′den bu yana Osmanlı’nın gölgesinden kurtulmak için çaba gösteren vehhabi anlayışı, Müslümanların inanç değerlerine saldırmaktan tarih boyunca geri durmuyor.
.
1806 yılında Arabistan’ı karıştıran Vehhabiler, Mekke ve Medine çevresindeki halkın hepsini kendi mezheplerine çevirmek için her türlü telkinlerde bulunuyorlardı. Telkin yetmediği yerde zorbalığa başvuruyorlar, peygamber soyu olan seyyid ve şerifleri bile ayırmadan zulmediyorlardı. Devlet, müslümanların Kabe’yi rahatça ziyaret edebilmeleri için Şam Valisi Azimzade Abdullah Paşa’ya seraskerlik ünvanı vererek hazırlık yapması için yazışmalarda bulunuyordu.
.
Osmanlı Devleti için en önemli meselelerden biri, Mekke ile Medine’nin yabancı saldırılarından korunması idi. Halbuki Rusya seferi ile uğraşmaktan, Şam ve Mısır valilerine “hicaz’ı koruyun” tezkeresi yazmaktan başka bir şey yapamıyordu.
.
Vehhabilerin reisi Abdülaziz oğlu Suud, Medineyi ele geçirmiş, ne kadar mukaddes yer, türbe varsa yıkmıştı. Yalnız, halkın yalvarışları üzerine Mescid-i Nebevi’yi bırakmıştı. Bu da yetmeyerek, Peygamberimizin türbesinde Müslümanlar için ne kadar değerli eşya varsa hepsini alıp götürmüştü. Hutbelerden padişah’ın adını kaldırmış ve Vehhabi olmayanları dinsiz saydığı için Kabe’yi ziyaret etmelerini yasaklamıştı. Padişah’ın da Vehhabilik mezhebine girmesi için mektup göndermişti.
.
Mekke ve Medine halkı ise mektup yazarak veya bizzat İstanbul’a gelerek vehhabilerin zulümlerinden dert yanıyordu. Hatta valide Sultan’ın kahyası Yusuf Ağa, İstanbul’a gelerek şikayette bulunanları dinledikten sonra kapıdan geri göndermekle büyük hata yaptığını hacca gittiğinde anlar ve işin ciddiyetini kan ağlayarak, o feryatlara hak verir ama artık yapılacak bir şey yoktur.
.
Vehhabilerin meydan okumasıyla kapanan hac yolu, Rumeli, Mısır, hülasa vatan ve memleket kaybından daha çok üzmüştür ahaliyi.
.
1819 senesinde İbrahim Paşa, abdullah bin Suud, dört oğlu ve Vehhabi mezhebinin kurucusu olan abdülvehhab’ın oğlu ve yakınlarını tamamen ele geçirmiştir. Abdullah bin Suud ve arkadaşlarını Mısır’dan İstanbul’a gönderir. Mekke ve Medine’den çalmış oldukları eşyayı tesbit etmek üzere Bostancıbaşı hapishanesinde üç gün sorgularlar. Ve neticede Yalı köşküne gönderilerek idam edilirler.
.
Velhasıl 1806′da hemen müdahale edilerek korunabilecek olan İslam Anlayışı’nın tarih, kültür ve mana yüklü mekanları, 1819′da yıpranmış olarak kurtarılabilmişti..
.
Bu vesikayla Vehhabiliğin tarih sahnesindeki yerini gördükten sonra, Moğolları aratmayan tavırlarının ne manaya geldiği daha iyi anlaşılabilir…

.

http://www.furkanhaber.com/uhud-magarasini-betonla-kapatan-vehhabiligin-tarih-yagmasi/

Azerbaycan’a Şehid Hızır Ali Muratoğlu Camii

Azerbaycan’da yapımına başlanan camimizle Cemaatimizin önde gelen hocaefendilerinden Merhum Hızır Hocamızın ismi yaşatılırken, uzun yıllar camiden ve islami eğitimden yoksun kalan bölgede Ehli sünnet Müslümanların toplanıp ibadet edecekleri, gerektiğinde düğün vs. gibi toplantılarnı gerçekleştirecekleri bir mekan olması düşünülmüştür.

Proje Adı:

Şehid Hızır Ali Muratoğlu Camiii

Projenin Uygulanacağı Yer:

Bakü ili Nefçala beldesinde

Projenin Hedef Kitlesi:

Bu proje Bakü’deki ihvanları, talebeleri ve ailelerini kapsamaktadır. Dolayısıyla hem talebelerin kurani eğitim görmesi hem de köy halkının ve talebelerin ibadet yeri (yani cami) olarak kullanılmakta olması acısından çok önemlidir.

Projenin Gerekçesi:

Uzun yıllardır ihmal edilen ibadethane imarı ve islami eğitim eksikliğinin giderilmesi

Projenin Hedefleri ve Muhtemel Sonuçları:

1-      Bölgedeki Camii eksikliğinin giderilmesi

2-      Kaliteli kuran eğitimi verilmesi ve kaliteli müslüman sayısının arttırılması

3-      Şehit Hızır Ali hocamızın adının yaşatılması

4-      Bölgedeki İhvanların sosyal ihtiyaçlarının karşılanacağı bir mekan oluşturulması

Toplam Süre: 1 Yıl

Başlama Tarihi: Ekim 2011

Bitiş Tarihi: Ekim 2012

Azerbaycanda’ki Şehid Hızır Ali MURADOĞLU Camiinden görünüm

Üstad Necip Fazıl -3

05 Şubat 2012

NİL GÜLSÜM/Milat Gazetesi

İdeolocya Örgüsü dünya görüşü ahlakı getirdi
İdeolocya Örgüsü’yle ilgili olarak, bugüne kadar söylenmemişlerden bir tesbit olarak batılı büyük bir kafanın sözünü aktarayım. Diyor ki; “çağın büyük adamı, çağının isteğini dile getirebilen, çağının isteğinin ne olduğunu söyleyebilen ve bu isteğe cevap verebilendir.” İşte Üstad’ın İdeolocya Örgüsü-Büyük Doğu Düşüncesi başta olmak üzere aslî fonksiyonu bu cümlenin işaret ettiğidir. Üstad; Büyük Doğu İdeolocya Örgüsüyle aynı zamanda bir dünya görüşü ahlâkı getirmiştir. Bunun ne olduğunu anlamak için gene kendisini dinleyelim isterseniz: “ Allah’ın Resûlü, buyuruyor ki:“- Ben ahlâkî mekârimi (keremleri) tamamlamak üzere geldim!” Buradan da anlıyoruz ki, ahlâk sadece dünya görüşünün bir neticesi değil, aynı zamanda sebebidir. Ahlâk o hale geliyor ki, fikrin kendisi oluyor. Fikir hemen onun başına geçiyor. Sonra fikrin neticesi oluyor. Yani, sebep ve neticesi, netice ve sebebi… Ahlâk bütün bu kâinat manzumesinde, duyan, düşünen ve hareket eden insanın bütün hareketlerini tatbik edeceği ruhî mîzan… Dünyada fikriyatını yapıp da ahlâkını belirtmeyen Filozofa Batı eksik gözüyle bakar. Ve batı tefekkürü bahsinde de anlattığım gibi hemen şu soruyu yapıştırır:
“- Söyle, ahlâkın nedir?.. Hemen hesabını ver! Bunu sormakla mükellefim! Ve sen bildirmekle!..”
Bizde ise, ahlâk her şey… Zannettiğimiz gibi, öyle sun’î terbiye hudutları, uydurma insanlık hudutları içinde değil… Onun çok dışındadır. Ve mefkűrenin, idealin, ta kendisi olan tasavvufî, İlâhi marifet davasının ana dayanağıdır ahlâk… Şimdi üstün ahlâkı, umumî mânadaki ahlâkın ve insanın ana sermayesi kabűl ettiğimiz zaman, dinin bütün dayanağı olarak görmekte zerre kadar tereddüde yer yoktur. Düşüncenin hemen arkasından gelen düşünme tavrının anahtarıdır ahlâk… Bütün ruh ölçülerinin esası… “ İdeolocya Örgüsü-Büyük Doğu; kendimize, yöremize, ülkemize, bölgemize ve küremize ait sorumluluklarımızın total/bütün/küllî ifadesidir. Sadece İdeolocya Örgüsü veya herhangi bir eserine bakmak nasıl muazzam bir enerji karşısında olduğumuzu göstermeye yeter.

“Necip Fazıl’ı yok sayma bir oryantalist saptırmadır !”

Üstad’ın Büyük Doğu İdeolocya Örgüsü Dünyadaki İslâmi hareketlere nisbetle anlaşılabilmiş midir?

Üstad’la ilgili bugüne kadar üzerinde durulmayan önemli bir hususun daha altını özellikle çizmek istiyorum. Osmanlı sonrası dünyadaki İslâmi fikir ve hareketler gerek oryantalistler ve gerekse İslâm dünyasındaki yazar-düşünürlerce değerlendirilirken asla bu değerlendirmelerde Necip Fazıl’dan söz edilmediğini görürsünüz. Türkiye dışındaki tarihçiler/yazarlar İslâmî fikir hareket ve yapılanmalarda Türkiye’yi yok sayarken, Türkiye’de de İslâmî hareketleri değerlendirenler Necip Fazıl’ı adeta görmezden gelmişlerdir ve gelmektedirler. Niçin? Çünkü Üstad Necip Fazıl’daki kesintisiz, kırılmaz, taviz vermez, bütüncü İslâmi tavır, eda, hal, hareket ifadesi;sığınma ve yaranma psikolojisi içerisinde kendisine modern zamanlarda yer arayan kışır ve kabukçu İslâmi yapılanmalara prim vermez, hatta onları gerçek İslâm anlayış ve hareketinin önünde engel görür. Üstad’ın‘ademe mahkûmiyet’ olarak ifade ettiği bir yok sayma tavrıdır bu.

Ben bu noktada Üstad’ın taammüden-kasıtlı olarak gözlerden uzak tutulduğunu düşünüyorum. Halbuki Büyük Doğu Düşüncesi, ekolleşmiş, okullaşmış, sınırları net olarak çizilmiş bir mektep niteliğindedir. Bu niteliğinin farkında ve bilincinde olanlar Büyük Doğu düşüncesinin yayılıcı tehlikesini kendi varlıklarının ortadan kalkması olarak bildiklerinden ondan bahsetmemeyi tercih etmişlerdir. Veya bahsetseler bile tutarsız, eklektik ve sentezci gibi şablon ve ne idüğü belirsiz yargılarla söz etmekten sadist bir zevk almaktadırlar.

O, ülkemizde kendisine ilgisizliğin farkındaydı

Üstad, ülkemizde kendisine ilgisizliğin de farkındaydı. Batı tefekkürü ve İslâm Tasavvufu isimli eserinde ne diyordu? : “Bugün İslâmiyeti içeride müdafaa etmek dışarıda müdafaa etmekten zor hale gelmiştir. Ben bu dâvayı eğer Avrupa’da, Amerika’da, Afrika’da, hattâ kutuplarda müdafaa etmiş olsaydım belki bir anlayış istidadı, bir «acaba?» merakı olsun bulabilirdim. Burada ise, her şeyin anlaşılmış olduğunu zannetmenin, sadece kabuktan ibaret kalmanın ve böylece her türlü nefs muhasebesinden mahrumluğun düzelmez akameti vardır…” Osmanlı sonrası İslâmi fikir ve hareketlerde eksen ısrarla devamlı Ortadoğu ülkelerinin, özellikle de Mısır ve Pakistan çizgisi üzerinde gezdirilir. Çünkü buralarda İslâm adına ortaya çıkan hareketler; köklerinden utanan, sağlıklı köklerini bir türlü bulamayan ve yeni zaman ve mekân şartlarında varoluşunu “efradını câmi ağyarını mani” bir şekilde ortaya koyamayan köksüz hareketlerdir ve tamamı modernizmin etkisi altındadır.

Kaybettiğimiz güneşi başka iklimlerde arıyoruz

Burada Üstad’ın ülkemiz için söylediği bir sözü İslâm dünyasına genelleştirecek olursak; “bizim zamanımızda küfürden bir buzdağı vardı. Titrek nefesimizle bu buzdağını erittik, şimdi de geç geçebilirsen çamurdan!” Bu noktada eski Cezayir Devlet Başkanı Ahmet Bin Bellâ’nın önemli tesbitleri var. Mısır’daki İslâmi hareketleri değerlendirirken şöyle diyor Bin Bela: “..Müslüman kardeşlerin herhangi mükemmel bir ideolojilerinin bulunmaması ve herhangi bir programlarının olamayışı gibi olumsuz yönlerinin çok önemli rolü vardır. Onların İslamiyet ve Müslümanlığın durumu, hakkında herhangi bir analiz veya düşünceleri yoktur. Onlar mevcut dünya düzeni hakkında veya bu düzenin hedefleri, gayeleri, karakteri ya da bize yaptığı etkileri, yahut bünyesi hakkında herhangi bir düşünceye de sahip değildirler. Sonra, tabii olarak bu düzenden kurtulmak için onların uyulması gereken HERHANGİ BİR DÜŞÜNCE MODELLERİ de yoktur. Bu saydıklarımızdan hiçbir şeyi Müslüman kardeşlerin yaptığını görmüyorum..” Örnek ve model gösterilen ve öne çıkartılan İslâmi hareketlere baktığımızda hem muhtevaları hem de sonuçları itibariyle batıya tam bir mahkûmiyet, kendi köklerine ise güvensizlik görüyoruz. Bin Bellâ’nın işaret ettiği “düşünce modeli” ne yazık ki hem ülkemizde hem de bütün İslâm aleminde halâ idrak edilememiştir. Gene Üstad’ın deyimiyle “cebimizde kaybettiğimiz güneşi el yordamıyla başka iklimlerde arıyoruz !”

“KÖK KURUTUCULARINA KARŞI BİR DİRENÇ HATTI..”

Necip Fazıl Kısakürek, düşünce sistemimizin en kaba çizgileri ile, tefekkür dünyamızı nelerle ihya etmiştir?

Üstad’ın, insanlığın düşebildiği esfel-i safilin karşısında ifade ettiği “yetiş körlük yetiş takma gözde cam”teşbihine ulaşabilmiş şair varmıdır bilemiyorum. Evet üstad aynı zamanda bir ruh simyacısıdır, ruh mimarıdır. Bu kelimeleri pek sevmiyorum ama kullanmak gerekiyor.. Öyle bir ruh mimarı ki; karşısındakilere kendi halini “ilka” edecek kadar, söylediğini yaşayan ve yaşadığını söyleyen bir hâl adamı… Bu haldir ki O’na “bir kuş bir kuş öldürse sanki ben ölüyorum.” mısrasını yazdırmıştır. Üstad tefekkür dünyamızı nelerle ihya etmiştir? diye sormak, gene başa dönmek demektir ve buraya kadar söylediklerimi tekrar ederek ilave şeyler söylemeyi gerektirecektir. O’nun Allah ve Resulü, Sahabî, Veliler, Tasavvuf gibi meselelerde aklını ve ruhunu ne derece bu alanlarda gerdiğini eserlerinden okuyoruz. En önemlisi, Üstad bunlara yaklaşabilmenin edep ölçülerini, bunları anlayabilmenin usulünü getirmiştir.

O’nun sıradan bir cümlesinde bile sıra dışı bir mana vardı

O’nun hayatı bütünüyle bir “iman ve amel-i Salih”ten ibarettir. Ve tefekkür dünyamızı da eylem dünyamızı da basit bir parmak kıpırdatışından en derin ruh burkuntularına kadar bu amel-i salihiyle ihya etmiştir. Üstad (kendi tabirlerimizle) ulûl elbab ve ulûl ebsar’a hitap etmiştir. Yâni kalp ve basiret sahiplerine.. Dış plânda baktığımızda toplum olarak köklerimizi imha edicilere karşı o ihyacı bir mücadele içindedir. Hatta kendi ifadesiyle “kök kurutucuların kendilerini gök kurtarıcı gösterdikleri” bir zamanda “kurtarıcılardan kurtulmak” gibi kavramsallaşan cümleleri vardır. O’nun sıradan bir cümlesinin bile sıradışı bir manâ ve muhteva derinliği vardır.

“Büyük Doğu İdeolocya Örgüsü bir medeniyet tasarımıdır !”

‘O’nun en büyük talihi de talihsizliği de şair oluşudur.’ tesbitinizi açar mısınız?

Bugün dudaklardan nakarat halinde dökülen fakat asla derinliğine bir muhteva ortaya konulamayan, sadece kısır bir kelime anlamıyla tatmin olunan “medeniyet”, karşılığını, muhtevasını, derinliğini, kemalini Üstad’da bulmuştur. Ayrıca ‘karşı medeniyet’leri de sorgulayıcı bir tarz sadece Üstad’ın kalemiyle ortaya çıkmıştır. Ayrıca şunu söyleyeyim: Üstad’ın şiiri, şiirinin gücü, dilinin şiirsel gücü, büyüleyici tesiri yukarıda kısmen bahsettiğimiz fikir adamlığını örtmüştür, bastırmıştır. İdeolocya örgüsünü ören ideoloğu ikinci plâna atmıştır. Aslında böylesine bir büyük düşünce modelini, dünya görüşünü, ideolocya örgüsünü ancak bir büyük şair ortaya koyabilirdi. Bunu ortaya koyacak olanın mutlaka şair olması gerekiyordu. Şair olduğu için ideolog olmuştur. Niçin? Çünkü gene yerli bir şair-düşünürün ifadesiyle “Şairler bizim medeniyetimizin yeniden inşasını sağlayacaklardır..” Tabii her önüne gelenin (Üstad’ın tabiriyle) “yıkanma yerindeki sayıklamalar” gibi şair nasbedildiği türden değil.. Müteşairler değil..

Üstadın şiiri orjinaldir

O’nun şiirinin dışarıdan etkilendiği iddialarına gelince… Bunlar gülünç şeyler.. Bunu kendisi şöyle ifade eder bir röportajında ; “bizden olan iplere çok bağlandım. Fuzuli, Bâki gibi..Onlar beni sarmıştır..” der. Diğer taraftan Batı’dan Baudlaire gibi, Rimbaud gibi varoluş sancısı çeken ancak mihrakını bulamayan şairlere de değinir. Ama bu asla onlardan etkilenme değildir. Bu konuda şunu söyleyebilirim: Üstad’ın şiiri orijinaldir ve asla öncesi ve sonrası olmayan şiir tarzıdır. Yukarıda da söylediğim gibi; İdeolocya Örgüsünün şiir ifadesi Çile, Çile’nin fikir halinde ifadesi ise İdeolocya Örgüsü’dür. Bir zamanlar kendisine “Şiiri niçin bıraktınız?” sorusuna verdiği cevap da müthiştir: “Alt katını alevler bürümüş bir evin üst katında satranç oynanmaz!.. Eğer cemiyetimde bütün düzenler yerli yerinde olsaydı,bana şiir düzeninden başka bir yer kalmazdı. Demek ki, ben şiirimin dilediği iklimin inşası mecburiyeti altında başka sahalara kayarken yine şiirimin koruyucusu olmaktan başka kimse değilim..” Evet.. bahis uzun..

“Ben bir genç arıyorum, gençlikle köprübaşı !”

Üstad’ın gelmesini beklediği genç için, kendi ifadesiyle zindanlarda çürüdüğü genç için bize neler söylemek isterdiniz. Sizce bu genç ne zaman zuhur edecek?

Evet… Üstadın bütün bir muhtevasının muhatabı kimdir? diye sorduğumuzda karşımıza “genç” çıkar. Öyle refleksleriyle, biyolojisiyle genç değil. Bunlar da içinde olmak üzere “ruhuyla da genç” bir genç.. Meşhur hitabesinin adı: Gençliğe Hitabe’dir. Ve bu hitabe âdeta bütün eserlerinin, bütün mücadelesinin özetidir: “Bir gençlik… zaman bendedir ve mekân bana emanettir şuurunda” dediği, tüm dünyayı tasarrufu altına alacak bir varlık: Genç.. Bu genç için neler söylemiyor ki… “Genç Adam! Kalabalıkların modalaşmış yollarına düşme! Nefs murakabesi denilen o ulvî melekeye yapış ve düşün: Yol kalabalıkların yönü değil, hakikatin istikametidir. Sen O’na dön ve kalabalıkları döndür!” Ne müthiş bir ihtardır bu. Hitabesindeki bir paragraf da oldukça önemlidir: “ “ Kim var?” Diye seslenilirce, sağına ve soluna bakmadan fert fert “ben varım!” cevabını verici, her ferdi “benim olmadığım yerde kimse yoktur!” fikrini besleyici bir dâva ahlakına sahip bir gençlik…” Evet.. Bulunduğu yerde anlam ifade edecek kimlik sahibi eylem adamlarını tarif ediyor Üstad..

O’nun tüm aksiyonunun muhatabı gençliktir

Gene bir şiirinde; “Ben bir genç arıyorum, gençlikle köprübaşı. Uyanıp o genç adam, uzansa yatağına. Alıverse başını iki el arasına. Soruverse ben neyim, ve bu hal neyin nesi? Yetiş yetiş ey ulvî varlık muhasebesi!” İşte, varlığının hesabını verebilen, kim olduğunu ve ne olması gerektiğini idrak edebilen bir genç.. “İslam inkılabının ruhunu dökeceği kalıp” diye de bahseder gençten. Ve bu gence diyor ki Üstad: “Ey genç adam, yolumu adım adım bilirsin. Erken gel, beni evde bulamayabilirsin!” Gene Gençliğe şöyle sesleniyor: “Gözüm arkada kaldı! Sözündeki acı ümitsizlik edasının aksine, gözümüzü önde ve yepyeni bir gençlikte bırakarak gitmek istiyoruz!” O’nun tüm Anadolu’yu kuşatan, karıştıran, ayaklandıran aksiyonunun, konferanslarının muhatabı gene gençliktir. Bu bahis de çok uzar, gider… Gene kendisine “Yeni nesli nasıl buluyorsunuz? “ sorusuna verdiği cevapta: “Kurtların sardığı ceset üzerindeki hayata ne dersiniz?” sorusuyla cevap veriyor. Bugünkü nesil de aynen Üstad’ın belirttiği ceset haline getirilmiştir. Şimdi de rahatlıkla şunu söyleyebiliriz ki; bu cesedin yeniden dirilmesi ancak Üstad’ın eserlerine nüfuz etmekle olacaktır. Başka reçetelerin şifa şansının olmadığını düşünüyorum.

Üstad’ın Dersim’le ilgili yazdıkları Başbakan’ın ağzından müthiş bir şekilde kamuoyuna aktarıldı ve dikkatler Dersim’e odaklandı. Dersim gibi başka konularda da Üstad neler söyledi?

“Dersim, Menemen, İstiklâl Mahkemeleri ilk defa üstad’la aydınlığa kavuştu!”

Hepsi ayrı bir kitaplık çapta hadiseler. Sadece Dersim değil… Üstad ilk defa o ceberut, Kur’an’ın bile okunmasının yasaklandığı, ezanın, ibadetin türkçeleştirildiği 1940’lı yılların CHP iktidarı döneminde bile kalemini hakikati yazmaktan, müdafaa etmekten asla imtina etmemiştir. Köşesinde değil, meydan yerinde davasının tezlerini ve antitezlerini yılmaz bir biçimde savunmuştur. Bu uğurda sürgün, hapis onu vazgeçiremedi, vazgeçiremezdi. Çünkü o, “bu dava hor, bu dava büyük” diyen, taşıdığı yükün, yüklendiği sorumluluğun idrakindeydi.

Kanla sulayan zihniyetin yaptıkları onunla su yüzüne çıktı

Evet, Dersim değil sadece… Menemen, İstiklâl Mahkemeleri, Şeyh Said meselesi gibi Cumhuriyetin temelini zulüm ve kanla sulayan bir zihniyetin yaptıkları ilk defa Üstad’la su yüzüne çıkarılmıştır. Hem de nasıl bir feryadla… Açın o dönemlerin Büyük Doğu’larını görürsünüz…. Bir de Gazeteci ve Yazarlar Vakfı ikinci Başkanı Cemal Uşşak isimli birisi geçtiğimiz aylarda beylik bir laf ediyor: “Biz dindarlar Kürtlerin ızdırabını hissetmedik” diyor. Kendi hissetmemiştir, doğru! Yaşı müsait değilse bile Üstad’ın başta Son Devrin Din Mazlumları olmak üzere, Vesikalar Konuşuyor vs. gibi diğer kitaplarına ve 1940’lı yılların Büyük Doğu’larına bir göz atıp okuyabilse, hatta 1950 yılında “Doğu Faciası” başlığı altında yayınlandığını görebilse ve de anlayabilse o söylediği ızdırabın ilk defa “kimin tarafından” hissedildiğini de görecek. Ama böyle bir derdi yok ki adamın. Bir söz ağızdan çıkmadan önce, daha sonra mahcup olup olmayacağının muhasebesinin de yapılması lazım. Bu şahsın ‘hezeyan’ı da bu türden… İşin garibi, bir süre medya bu söze takılarak ‘mal bulmuş mağribî’ gibi üzerine atladı. Sanki bir ‘itirafname’nin başlığı gibi hilaf-ı hakikat bir beyan. Aslında üzerinde durmaya değmez… Özetle şunu söylemek söylemek istiyorum : Bugün hangi konuya el atarsanız atın, hangi problem ortaya çıkarsa çıksın, o konuda Üstad’ın, işin istikametini belirleyen, temellendiren, yol gösterici, ufuk açıcı bir mutlaka bir kıymet hükmü vardır.

“Her yanlış, Necip Fazıl’da doğrusunu bulmuştur!”

Üstad ile ilgilenen herkesin bilmesi gerekenler nelerdir? Kendisini dinlemeyi göze almış kalabalıkların en çok ellerinin mi yoksa beyninin mi yorulmasını isterdi?

Üstadın hayatını üç kelime ile ifade eder misiniz? Diye bir soruya muhatap olsam, şöyle cevap verirdim: O’nun hayatı kendi kavramlarıyla “İman-Fikir ve Aksiyon”dan ibarettir. Ve Aksiyon kavramının coğrafyamızda kendisiyle bütünleştiği yegâne fikir adamı Üstad’dır. O’nun ; fikirsiz öfke ile öfkesiz fikir kavramları malûmunuzdur. Aksiyonu da “Üstün işe hakkedilmiş üstün fikir” olarak tanımlar. O, imanın öfkesini sürekli taşıyandır. Bu öfke; hastalıklı bir bünyenin ifrazatları şeklinde asla tezahür etmez. Üstad’da öfke, sağlıklı bir ruh ve fikir bünyesinin tabii ve gerekli refleksidir. Üstad bize maiyet olmayı değil, maiyet almayı öğretti. Çünkü O’nun misyonu bunu gerektiriyordu. Hiçbir zaman antitez olmadı, merkez oldu. Bu manâda savunduğu fikirlerden dolayı (bugün kimi Müslüman aydın artıklarında olduğu gibi) asla bir aydın saklanmasına, aydın kompleksine kapılmadı. Şeriat’in üzerine kuduz köpekler gibi saldırıldığı bir zamanda O, şeriati savunma psikolojisiyle değil, bir taarruz ruhiyle ortaya koymuştur. Büyük Doğular bunun örnekleriyle doludur.

O, bugünün aydınlarının bile kavramsal açıklarını kapatmıştır

Üstad; sadece sadece kendi zamanının değil, bugünün aydınlarının bile kavramsal açıklarını kapatmıştır, bütünleştirmiştir. Kendi aidiyet dünyamızın kavramlarını rahat ve tabii bir şekilde günümüze taşımış, muhtevalandırıp kıymetlendirmiştir. Yeni ve aslına uygun bir muhteva kazandırmıştır. Bunlar fikirde aksiyonun gerekleridir. Sorunuzda geçen “Ben sizin yaptıklarınızı değil, yapabilecekken yapmadıklarını da istiyorum” sözlerinin manasını, ne anlama geldiğini, 1945 yılında gençliğe seslenirken ifade ediyor:: “Senin mahşer günü bizden davacı olmaman için, biz bu dünyada senden davacı olacağız!.. Bil ki muradımız sensin!”Müthiş,müthiş.. Üstad’ın aksiyoncu dünyasında her şey yerini, her yanlış doğrusu bulmuştur.

Son olarak Necip Fazıl hakkında son zamanlarda bir karalama kampanyası başlatıldı sanki. Hayatının her saniyesi aksiyon olan bu fikir adamına reva görülen bu tarz olumsuz tavırlar hakkında ne düşünüyorsunuz?

“İdrakleri iltihaplı olanlar Necip Fazıl’ı anlayamaz!”

Bunlar, bu anasından emdiklerini kusan veya üvey anne arayanlar kayda değmeyenler… Yukarıda bir nebze bahsettik. O’nu “alkol kokulu cenaze çelenklerinden daha adi pohpohlamalar”la veya O’nu anlatır görünürken onun artık aşıldığını, geçildiğini kusanlar, idrak iltihabına ya da kusma cinnetine yakalananlardır. Bunları anmaya değmez.. İnanır mısınız, O’nu suyun bu yakasından çok öte yakadan bakanlar daha iyi anlamışlardır, daha doğrusu rolünü tesbit etmişlerdir desem yanlış olmaz. Örneğin Şerif Mardin, E. Özdalga gibiler.. Ayrıca O’nun “Bir şey koptu benden şey, her şeyi tutan bir şey. Benim adım Bay Necip Babamınki Fazıl Bey!” mısrasındaki derin ayrılıkları, bizi nerden kopardıklarını, bugüne kadar kimse anlayamamıştır. Sadece geçtiğimiz yıl Türkçeye çevrilen “Trajik Başarı” isimli kitabın yazarı bir yabancı hariç..

Yeni kimlik arayanlar Üstad’ı anlayamazlar

Bakın, bir besteci Schuman için “Ben bu büyük sanatçının eserleri ile arınıyorum, tazeleniyorum, güçleniyorum” diyor. Bu anlamda Üstad önemlidir. Şunları söyleyerek bitireyim istersiniz. Kimliğini yarı yolda düşürenler, kaybedenler ve yeni kimlik arayanlar Üstad’ı anlayamazlar. Necip Fazıl “kim olduğumuz”u, “Ne olmamız gerektiği”ni bildirmiş, ihtar etmiş, ömrünü bu yolda tamamlamıştır. O’nun mücadelesi bu anlamda bir kimlik ve varoluş mücadelesidir. O’nun hayatı mücadelesi; mücadelesi de hayatıdır. Mücadelesi hayatının her zerresiyle bu derece bütünleşmiş, yapışmış olanlar, kendi deyimiyle kahramanlardır. Yani ölmeden ölenlerle,ölüp de ölmeyenlerdir.

O, başını bir gayeye satmış kahramandır

İşte o ölüp de ölmeyen kahramanlardandır. O; başını bir gayeye satmış kahramandır. O, bu dünyada bir velî gibi yaşadı. Ancak velâyetle izah edilebilecek şeyleri gerçekleştirdi. O’nun bağlandığı etek; “Efendim, kurtarıcım, müjdecim, peygamberim. Sana uymayan ölçü hayat olsa teperim!” dir. O’nun Allah ve Resulü ile sahabî kadrosu ve Velîler hakkındaki edep ölçüleri oralarda nasıl tavır takınılması gerektiğinin de ölçüsünü verir. Şöyle diyor Üstad: “Avrupa’da bir kısım filozoflar da herşeyi doz meselesi addederler. Doz, kıvam, had meselesi… Yemeği de yapan edeptir. Yağ veya tuz fazla kaçtı mı, lezzet bozulur. Bakın felsefî mânada edebin derinliğine!.. Ve en büyük itikad edeple başlar!..

Allah’ın Resűlüne Allah dememek şartiyle ne kadar medih varsa hepsi azdır!.. Evet; Allah dememek şartiyle… Gördünüz mü işin haddini?.. Bir sahabîye nebî dememek şartiyle ne kadar yüceltme yapılırsa azdır! Bir velîye de sahabî dememek şartiyle ne kadar saygı gösterilse az… Bunlar hep had meseleleridir. Had… Fakat ayağına basılınca “haddini bil” diyen adamın dilindekinden farklı… Bu had, yüksek tabakanın kavrayacağı haddir.”
O; yaşadığı gerçeklikteki aşk yarasına hiçbir zaman kabuk bağlatmamıştır. “Yaran kabuk tutmasın, her an deş, tazelensin. Sen ağla, gafil gülsün, nadan yelpazelensin!”

O, eteğine tutunamadığımız bir Veli idi

Dinimizi, Tarihimizi, coğrafyamızı, dilimizi, ailemizi, hasılı her şeyimizi onunla idrak ettiğimizi düşünüyorum. O, aramızda iken farkına varamadığımız, eteğine tutunamadığımız bir Velî idi. Tıpkı İmam-ı Rabbani Hz.leri’nin mektubatında diyor ki: “Öyle bir vakitte yaşıyoruz ki, İslam gayreti başkalarına cinnet gibi görünse de bizim şu mecnunluğu kabul etmemiz ve ona göre savaşmamız lazımdır. Böyle bir günde cihad, ‘Cihad-ı Ekber’dir, ve küçücük bir amel ve bağlılığın hudutsuz ecri vardır. Böyle bir günde söz ve fikir cihadı, her cihaddan üstündür. Yolumuzun büyüğü buyurmuşlardır ki: -‘Eğer ben şeyhlik edecek olsam, alemde hiçbir şeyh, kendisine mürid bulamazdı. Fakat bize başka bir iş ve dava ferman olunmuştur. Bizim vazifemiz, Şeriatın teyid ve tervicinden ibarettir.” Akranı arasında İslamın azametini üstünlükle temsil edenlere düşen borç, hiç değilse küfür ehlinin İslam vatanında yayılan fikir ve görüşlerini yıkmaktır” İşte İmam-ı Rabbanî Hazretlerinin kaleminden Üstad’ın fonksiyonu… Daha başka söze ne hâcet..

Üstad, ana rengini size aksettirir

Görüyorsunuz Üstad’ın tarih, tiyatro, hikaye, biyografi, tasavvuf, roman, günlük yazılar, vs. vs. gibi eserlerine giremedik. Ama Üstad’a neresinden bakarsanız bakın ana rengini size mutlaka aksettirir. Bugün Üstadın 100’ü aşan eserleri “klâsik metinler” olarak karşımızda durmaktadır. Bunlara nüfuz edilebilirse derinliğine ve genişliğine “büyük medeniyet tasarımı”nın ne ve nasıl olduğu/olması gerektiğini görebilirsiniz. İsterseniz, Üstad’ın Ulu Hakan Abdulhamit isimli kitabının en sonunda söylediği “Abdulhamid’i anlamak her şeyi anlamak olacaktır” cümlesini değiştirerek bitirelim:

“Necip Fazıl’ı anlamak her şeyi anlamak olacaktır!”

Üstad Necip Fazıl -2

04 Şubat 2012

Vefatının 29. yılı münasebetiyle
Yahya DÜZENLİ ile sıradışı bir Necip Fazıl sohbeti -2-

NİL GÜLSÜM

“BÜYÜK DOĞU; O’NUN BÜYÜK DUASIDIR, BÜYÜK RÜYASIDIR,
BÜYÜK DÜNYASIDIR, BÜYÜK DAVASIDIR !”

Israrla onu anlamama gayreti, şehveti var

Ölüm yıldönümlerinde genellikle onu nekrofili-ölü sevicilik cinsinden anma programları ise, adeta onu ısrarla anlamama gayret ve şehvetiyle dolu.. Türk dilini ustaca kullanmasından tutunuz da türk şiirine getirdiği soyutlamalar, vs. vs.ler etrafında bir sürü malûmatfuruşluklar. Meselâ, konu etmeye değmez ama numune olması bakımından söyleyeyim. Ömrü hangi kara sularına girerse onun bayrağını taşımakla geçmiş ve sabitleneceği limanı henüz meçhul olan Ali Bulaç’ın “Bana en çok ters gelen sloganları Türk’ün ruh kökü ve Allah’ın seçtiği kurtulmuş millettir.. Bunu çok yadırgıyorum. Halen de rahmetlinin bu konularda isabet ettiğini veya tümüyle haklı olduğunu düşünmüyorum..” sözlerine “Allah şifa versin” demekten başka yapacağımız bir şey yok. Aynı bağlamda bugün İsmet Özel’in özellikle Cumhuriyet dönemi Türk Şiiri’nde bile çaktırmadan yok saydığı, es geçtiği Üstad’ın “İslam, 500 yıl kılıcını elinde tutan Türkiye’de bozuldu ve her yerde altüst oldu. Bu, ancak Türkiye’de düzelirse her yerde sağlığa kavuşabileceğine ait ilahi bir ihtar..” tesbitini deforme ederek, kendinin yeniden varoluşunu (reenkarne) anlamlandırmak için klonladığı/kopyaladığı “Allah Türkleri üstün ırk yarattı” gibi garabetler de ilginçtir. Artık kendinden bahsedilme ve “şık olma” adına “aksesuarları”yla anılır hale gelmenin, ontolojik arayışını ‘kalın türk’ gibi kavramlarla ifade etmenin hazin hali.. Bir münekkidimizin dediği gibi “itibarları menşelerinden geliyor.”Halâ şuuraltlarından geldikleri sol kodları temizleyemeyen, ne zaman bir edebî soruya muhatap olsa “Halkın Dostları”ndan bahsetmeyi bir şuuraltı ahlâki gereklilik gören ”özel” isimler… Aslında buralara girmeyecektim ama “prototip”olmaları bakımından önemli. Bir de Üstad’ın kendisinin “ademe mahkûmiyeti”ne suyun bu yakasından örnek olmaları bakımından önemli olduğu için bahsetmek durumunda kaldım.

Üstadla ilgi yazılan kitaplar O’nu anlamanın sınırına yaklaşamadı

Üstad’ın “bir şeyin vücut bulması, özünü zıtlarından tasfiye etmesi, bu cehdi hiçbir an kaybetmemesiyle kaim!” şeklindeki hükmünü bilmeden, anlamadan İdeolocya Örgüsü hakkında konuşmaya, yazmaya, daha doğrusu kırda gezinti yapmaya çıkanların Üstad’ı sentezci, eklektik gibi görmeleri doğaldır. Bu tiplere, bu yapay kafalara şu menkıbedeki hikmetle bakmak gerekiyor: Büyük bir Velî’ye birisinin “sizi bu gece rüyamda çok çirkin bir surette gördüm” demesi üzerine, Velî’nin “rüyan doğru ve gerçektir. Benim vücut aynamda kendini seyretmişsin!” Benim düşüncelerim Üstad’da ifna olan düşüncelerdir. Benim Üstad’a ait 34 yıllık ezberlerim vardır. Bu ezberler bozulmayan, değişmeyen, değişmeyecek, tartışılmayacak ezberlerdir. Ve en önemlisi bu ezberler hareketli ezberlerdir. Yani hayat devam ettiği sürece, eşya ve hadiseler form ve muhteva değiştirdiği, ilerlediği sürece doğrulanan ezberlerdir. Bu ezberlerimden yola çıkarak söylüyorum ki; size büyük bir iddia gibi gelebilir ama, bir gerçek olarak söylüyorum: Üstad’la ilgili yazılan kitapların hiçbirisi O’nu anlamanın, tanımanın en uzak arsa sınırlarına bile yanaşamamıştır. Salih Mirzabeyoğlu’nun Necip Fazıl’la Başbaşa isimli eseri ve Üstadla ilgili eserleri hariç, onun cümle kapısından girebilmiş değillerdir. Birbirinin tekrarı, tatlı su kalemciliği cinsinden eserler.. Eser demeye de değmeyecek karalamalar.. Amip hayatı sürenlerin Üstadı anlamaları mümkün değildir.

Kültür Müslümanları üstadı anlayamamıştır

Hayatları ‘kafeslerde’ geçen sun’i ve yabancı yemlerle beslenen kültür Müslümanlarının Üstad’ı anlayabilmelerini düşünemiyorum, zaten anlayamamışlardır da. Münevver Ayaşlı merhumun bir tesbitini hatırlıyorum. Diyor ki: “Evet, Necip Fazıl aşkı ve muhabbeti.. Diğer taraftan nedir bu Necip Fazıl nefreti? Hiç kimse tarafsız kalamıyor. Bu ne kuvvetli bir şahsiyet…” Üstad, o mücerretler adamı, fikrini, düşüncelerini yere öylesine indirmiştir ki bunu maddi olarak yakınında bulunanlar bile anlamamışlardır. Adam tanımanın surat tanımak olduğunu zannedenler tabii… Üstad, etrafındakilerin kalitelerinin de farkındaydı… “Hâlim, açık denizde düdük çalan bir gemi; Kim duyar, ötelerden haber veren bestemi…” mısrasıyla da, bir antik Yunan Şairinden aktardığı “Meğer ben bir ömür katırlara saman yerine çiçek sunmuşum” özdeyişini, “Bakmayın kalabalığımıza. Aslında biz bir dolmuşu dolduracak kadar bile yoğuz!” tesbitlerini de bu manâda değerlendirebilirsiniz.

Etrafındakilerin soylu idrak sahibi olmaları için uğraşmıştır

Sorunuzda geçen “yanındakilere ne kazandırmak istediği”ne yine O’na ait ya ol, ya öl! Ve ya hep ya hiç! İhtarlarıyla cevap vermemiz mümkün.. “Zehirle pişmiş aşı yemeye kimler gelir? Dilsizce yalnız Allah, demeye kimler gelir?” mısraları Üstad Necip Fazıl’ın yanında bulunanlara ne kazandırmak istediğine işaret eder. Yani O; etrafındakilere “ince ve soylu idrak” sahibi olmaları için bir ömür uğraşmış, “ciğerinden kalemine kan çekerek” didinmiş ancak, yanında inat ederek soylu, cins at olmak yerine eşeklikte direnenler çoğunluğu teşkil etmiştir. Malumdur ki; Bilgi bilene, sevgi sevene var. Buna rağmen Üstad, etrafındakilere tahammül etmiştir. Çünkü o tahammülün de fevkindeydi. Yanından kimler gelip geçmemiştir ki? Hepsi onun yanında şahsiyet krizine tutulmuşlardır. Vefatından sonra da bazıları bu krizleri ifrazat şeklinde ortaya dökmüşlerdir. Analarından emdiklerini ifrazat halinde kusanlar işte… Bal arısı da eşek arısı da çiçeklerden aynı özü toplar ancak birinin akıttığı şifadır, diğerininki ise zehirdir. Onun için kime baktığınızdan çok, onda ne gördüğünüz önemlidir. Bakmakla görmek arasındaki fark gibi…Üstad’da müfrit (extrem) derecede olan aşk, muhabbet, öfke, tahammül… Yani cümle insanî hasletlerin Allah ve Resulü davasına bağlı olarak tüm yanındakilerin şahsiyetlerine giydirilmesini telkin etmişti Üstad… Batılı bir büyük kafanın “bu kulaklara göre ağız değilim ben!”dediği gibi, aslında Üstad zamanındaki ve bugünkü kulaklara göre ağız değildir ama, dedik ya o tahammülün de fevkinde olduğundan, memuriyeti ve mensubiyeti gereği tahammül etmiştir. Bu tahammülü de O’nun ne büyük bir insan olduğuna delâlettir aslında.

Hayatı boyunca tasavvufun kavramlarıyla yaşadı

O’nun kimliği, ne olduğuna ilişkin özet başlıklar halinde devam edelim.. Necip Fazıl devamlı tahkiktedir. Her şeyin hakikatindedir. Girdiği her yerde sarsıntılar meydana getirmiştir. Hayatı boyunca (tasavvufun kavramlarıyla) huzur ve hayrette yaşadı. Ben O’nun açılmış olduğu okyanuslarda hakk-el yakîne kavuştuğunu düşünüyorum. Veliler Ordusundan 333 isimli eserinin önsözünde “Aklın sınırının ötesinde meclis kuranların hikâyeleri..” diye bir cümlesi vardır. İşte Üstad’ın kendisi de o sınırın ötesinde meclis kurmuştur diye düşünüyorum. Çünkü; Allah ve Resulü, Sahabî kadrosu ve ona bağlı Velîlere volkanik yakınlık ve bağlılığın ancak, ‘aklın ötesinde meclis kuran’ Üstad gibi birisinden sadır olacağını da düşünüyorum. Gıdası Allah ve Resulü ile buna bağlı olanın da veriminin böyle olması tabiidir.
O’nda asla ölü bölge yoktur. Muhatap olduğu her şeyi kendi rengine büründürmüştür.

İdeolocya Örgüsü neye memurdur?

Bu sorunuzu ikinci sorunuza verdiğim cevapla birlikte ele almak gerekiyor. O cevaplarıma ilaveten şunları söyleyeyim isterseniz. Büyük Doğu bir dünya görüşüdür. Önce bunu anlayabilmek lâzım. Burada İdeolocya Örgüsü’nün tahliline girmek gerekmiyor. Zaten o kendi kendisini tahlil ediyor. Yaptığı muhasebelerle.. Doğu-Batı, vs. vs. İdeolocya Örgüsü; kimse farkında değildir ki aynı zamanda İslâm’ın bu coğrafyadaki arkeolojik ifadesidir. Medeniyet Tasavvuru’dur dedik.. Üstad’daki medeniyet tasavvuru/düşüncesi fikir hayatının tâ başından beri temellendirilmiştir. 1939 yılında yazdığı yazılarından birisinde “benim kafamda Asyacılık, eski Yunandan beri seyrini, istihalelerini bildiğimiz Avrupa medeniyeti dışında ve ona rakip ayrı bir medeniyet tasavvurudur. Bütün peygamberlere ve ruhî fenomenlere yataklık eden büyük Asya, şenliği tükenmiş mazisiyle olduğu kadar, onu zenginliklere boğacak şahsiyetli oluşların davet edeceği istikbaliyle de ayrı ve tam bir vaklıktır…” Bu ifadeleri ancak bugün anlayabilme rüşdüne erebiliyoruz. O da tam değil. Bugün medeniyetler diyaloğu veya medeniyetler çatışması şeklinde gündeme gelen medeniyet tasavvurlarında aslında ortaya konulabilecek, teklif edilebilecek medeniyet ruhu sadece ve sadece Üstad’ın İdeolocya Örgüsü’nde mevcuttur.

İdeolocya Örgüsü,donmuş bir kalıp değildir

Üstad’ın İdeolocya Örgüsü’yle yaptığını anlayabilen nadir yazarlardan birisi ABD’de akademisyen bir yazarın Modernleşen Müslümanlar kitabında görebiliyoruz. Diyor ki: “1940’lar ve 1950’lerde Necip Fazıl, İslâm’ı BÜYÜK DOĞU olarak bilinen BÜTÜNCÜL BİR İDEOLOJİ olarak yapılandıran ilk Türk Müslüman aydınıydı. İslâm’ın ideolojileşmesi süreci, Kemalist batılılaşma projesine ‘muhalif’ olarak gerçekleştirildi. Necip Fazıl, kitaplarıyla, kendisinin ve toplumun, daha derin bir ben ve İslamî bilişsel anlam ve eylem haritasının arayışına ışık tuttu. Kuşağının derin varoluşsal acılarına yol açan ‘ortak aslî bir dil’ ve ‘hissiyat eksikliği’yle uğraştı…” İşte bu tesbitler üstadla ilgili önemli tesbitlerdir. İdeolocya Örgüsü’nün temel mantığı’nda Üstad İslâmî ruhun değişmezliğini merkeze alıp, tüm dünyayı değişkenler olarak ele alıp tahlil ederek terkiplere kavuşturur. İdeolocya Örgüsü veya Büyük Doğu, donmuş bir kalıp, şablonlar kümeleri değildir. Bunu ancak idrak yolları iltihaplanmamış olanlar anlayabilir. Gene 1939’da “Dünya görüşü” eksikliğini ihtar eden Üstad diyor ki: “Bu devirde eline kalem almak cesaretini gösteren her insan, yapacağı en beylik teşbih ve kullanacağı en ucuz nükteyi bile, herkesçe malûm bir dünya görüşünün ölçülerine dayamak zorundadır.” Bu ne müthiş bir tezatsızlık ve idraktir.

İdeolocya Örgüsü manifestodur

Büyük Doğu İdeolocya Örgüsü’nün ne olduğunu kim anlayabilir biliyor musunuz?

Din’in dünya tasarımının ne olduğunu anlayanlar,
Ahlâk-Dünya görüşü ilişkisini anlayanlar,
Dünya bilmecesinin çözümüne ilişkin sır idraki nden pay sahibi olanlar,
Fikir-İlim ayrılığı ve bütünlüğünün idrakinde olanlar ancak anlayabilir.

Bu manâda Üstad’ın İdeolocya Örgüsü bir manifestodur. Üstad İdeolocya örgüsüyle ütopya’sı olan adamdır. Projesi, gelecek tasarımı olan adamdır. Sürekli “aslında, aslında” diyorum, gene de demek zorundayım.. Aslında Büyük Doğu veya İdeolocya Örgüsü; bütün bir insan memuriyet ve mes’uliyetine Üstad’ın verdiği cevaptır. Sorumluluklar derece derece.. Üstadın yaşadığı gerçeklik ancak İdeolocya Örgüsü gibi bir cevabı gerektiriyordu. İdeolocya Örgüsü’ndeki birtakım kavramları, isimlendirmeleri bir türlü anlayamayanların Büyük Doğu’dan nasipleri yoktur. Üstad’ın kendisi İdeolocya Örgüsü’nün başında; “Eğer bu davayı bütünleştirebiliyorsak bizi ayakta ve saygıyla dinleyiniz; iddiamıza rağmen maskaralaştırıyorsak, maskaraların akıbetine mahkûm ediniz!!” demesine rağmen, her ikisi de gerçekleşmemiştir. Böylesine bir sığ idrak dünyasında yaşıyoruz.

Üstad Necip Fazıl -1

03 Şubat 2012

Vefatının 29. yılı münasebetiyle
Yahya DÜZENLİ ile sıradışı bir Necip Fazıl sohbeti.

NİL GÜLSÜM

“MESAJINI DURUŞ, DURUŞUNU MESAJ HALİNE GETİRMİŞ BİR BÜYÜK İNANMIŞ: ÜSTAD NECİP FAZIL “

Çile adamını bize tanıtır mısınız?

Necip Fazıl’ın mesajı duruş; duruşu mesajdır

Bir mütefekkirin “İnsanlar da kuyulara benzer, içlerinde boğulabilirsiniz” dediği türden bir insanı, yani Üstad Necip Fazıl’ı bir sayfanın sınırlarına sığdırarak anlatmak çok zor. Şunun için zor: “çile adamı” deyiminin modalaşmış şekliyle “o çile adamıydı” tarzında genel-geçer ifadeler Üstad’ı anlatmaktan uzaktır. “Kimdir?” sorusuna verilecek yegâne cevap onun hayatını bütünüyle okumak yani hissedip anlamaktan geçiyor. Bunun kelimelerle ifade zorluğu içerisinde bir cümleyle ifade edecek olursak O’nun kim olduğunun en pratik cevabını vasiyetinden almak mümkün. Diyor ki vasiyetinde: “Eğer bu kâmusluk bütünü (eserlerini-hayatını) tek ve minicik bir daire içinde toplamak gerekirse söylenecek söz ‘Allah ve Resulü, başka her şey hiç ve bâtıl..’ Devam ediyor :”Allah’ı, Allah dostlarını ve düşmanlarını unutmayınız! Hele düşmanlarını!… Olanca sevgi ve nefretinizi bu iki kutup üzerinde toplayınız ! Beni de Allah ve Resul aşkının yanık bir örneği ve ardından birtakım sesler bırakmış divanesi olarak arada bir hatırlayınız !” İşte kendi kaleminden Necip Fazıl. Hayatını eser, eserini de hayatı haline getirmiş, veya yeni deyimlerle mesajını duruş, duruşunu da mesaj haline getirmiş bir büyük inanmış karşısındayız.

Üstadı anlamak için muhabbet lazımdır

Muhiddin Arabî Hz.leriyle ilgili bir kitabın önsözünde, sonradan müslüman olmuş bir yazarın güzel bir sözü var. Diyor ki: “Muhiddin Arabi gibi bir insanı anlayabilmek ve anlatabilmek için ona karşılıksız bir muhabbet beslemek lazımdır.” Bu söz, Üstad’ın anlamak ve anlatmada anahtar niteliğindedir. O’nun hayatı bir şablon cümleyle ifade edersem; kaynağını nereden aldığıyla enerjisini nereye akıttığı arasında yaşanan müthiş bir içe yönelik nefs murakabe ve mücahedesi ile dışa yönelik cemiyet mücadelesinden ibaret bir “yaşanmaya değer” hayattır. Üstadın kim olduğunu ortaya koyar. O; insan memuriyet ve mes’uliyetinin yakıcı bir şekilde derinliğine idrakindedir ki;
“Ben ki toz kanatlı bir kelebeğim, minicik gövdeme yüklü kaf dağı
Bir zerreciğim ki arşa gebeyim, dev sancılarımın budur kaynağı” mısralarıyla bunu ifade etmiştir.

O, mukaddes emanetin davacısıdır

Burada şunu iyi anlamak gerekiyor: Necip Fazıl; kendi kaleminden gerek şiirlerinde gerekse de diğer bütün eserlerinde kim olduğunu ifade ederken aynı zamanda muhataplarının kim ve ne olmaları gerektiğini de ifade ve ihtar eder! Tıpkı yukarıdaki mısralarında olduğu gibi. Bu mısralarında Allah’ın insana yüklenmiş olduğu temel görev ve ödevin hakikatini idrak etmenin Üstad’da dev sancılar haline gelişini görüyoruz. Üstad’ın birbiriyle en alâkasız gözüken mısralarıyla eserlerinin derinden birbirleriyle irtibatlarını kurabilen ehl-i irfan O’nun “Çile”siyle yapmak istediğinin “İdeolocya Örgüsü”yle yapmak istediğinin aynısı olduğunu anlar. Onun için O’nun insan ufkunun ötesine varan tecrid yüklü mısralarıyla, dışından teşhis yüklü görünen mısralarının mihrakı aynıdır. Yâni yukarıdaki mısralarıyla, “Mezarda kan terliyor babamın iskeleti, Ne yaptık, ne yaptılar mukaddes emaneti?” mısralarındaki teşhiste de kim olduğu ve ne yapmak istediği yatar. Evet… O; mukaddes emanetin dâvacısıdır. Allah’ın peygamberleri vasıtasıyla insanlığa gösterdiği doğru yol ve doğru emanetin davacısı… Sadece insanın kabul ettiği emanet.. Peygamberler eliyle son peygambere kadar gelen ilâhi emanetin davacısı.. İşte Üstad’ın yaşadığı zaman diliminde kim olduğunun ifadesi budur.. Allah Resulü’nün “eğer benim bildiklerimi bilseydiniz çok ağlar az gülerdiniz” ölçüsünün idraki içerisinde, Üstad’ın Allah Resulü’ne, Sahabîye ve O’nlara tabi Velîler ve takipçileri hakkında eserlerine derinliğine nüfuz ettiğinizde O’nun hayatının nasıl bir “mukaddes yüke hamal” bir hayat olduğunu da anlardınız.

Onun hayatı tashihe muhtaç değildir

Üstad’ın “kim olduğu”na kesitler halinde devam edelim… Üstadın düşüncelerinin, istikametinin henüz tam olarak yatağına oturmamış olduğu 23 yaşında (1927) “başını bir gayeye satmış kahraman gibi” ifadesiyle, 45 yaşında (1949) meşhur Sakarya Türküsü’nde “Divanesi ikimiz kaldık Allah yolunun” mısrası ve en nihayet 79 yaşında (1983) vefatından kısa bir süre önce yazdığı “Allah Resul aşkıyla yandım, bittim, kül oldum; Öyle zayıfladım ki sonunda herkül oldum!” mısraları Üstad’ın hayatının kendini idrak ettiği günden son nefesine kadar her şeyiyle “bir mukaddes gayeye adanmış hayat” olduğunu ortaya koyar. O’nun hayatı, suyun bu yakasında kimi edebiyat müsveddelerinin yaptığı tasnifle “önceki hayatı”, “sonraki hayatı” şeklinde parçalı bir hayat değildir. Bunu anlamak için 20 yaşında yazdığı “Allah” şiiriyle “Ya hû” şiirlerine bak yeter. Tabii anlayacak idrak gerek ! Çıkış noktası Allah, varış noktası Allah olan bir yaşanmaya değer hayat… Yani O’nun hayatı asla tashihe muhtaç bir hayat değildir. O’nda (kimi idrak yoksunlarının anlayamadıkları) kibir şeklinde tezahür eden duruşu; temsil ettiği fikrin izzetinden kaynaklanan vakardır.

Mukaddes yüke hamal büyüklerdendir

Biraz da etimoloji yapmak gerekirse.. Çile “kırk” demektir. Üstadın da ilk Büyük Doğu mücadelesini başlattığı yıl 1943 ile vefatı olan 1983 yılı arasında geçen 40 yıllık mücadeleyi de çile olarak isimlendirmek de mümkün… Şunu ifade edeyim: O; büyük, yüce, mükemmel, vs. gibi beylik kelimelerle, şablonlarla, barkotlarla anlatılmaktan uzaktır. Buna rağmen gene de söyleyecek olursam; O’nun büyüklüğü taşıdığı bu yükten gelmektedir! O kimileri fark etmese de, Allah ve Resulü gayesine mıhlanmış, kıyamete kadar gelecek olan “mukaddes yüke hamal” büyük taşıyıcıların büyüklerindendir… Üstad’ın Hacc’ı sırasında Medine-i Münevvere’de Peygamber Efendimizin kabrinin önüne geldiğinde yaptığı o insanı eritici dua ve şu sözü O’nun tüm kimliğini ele vermeye yeter sanıyorum. Diyor ki Ravza-i mutahhara’da : “Necip Fazıl ! Sen bu ânı görmek için yaratılmışsın !”

Onun destansı mücadelesi herkesin malumudur

Üstad’ın hayatı aslında bir hesaplaşmanın tarihidir. Aslî toprağından sökülmüş, atılmış, katledilmiş bir neslin bütün acılarını, trajedilerini (bir paratoner gibi) üzerine çeken ve (Kur’an-ı Kerim’in) “kalk ve uyar” emrini iliklerine kadar hisseden ve bunun gereğini yerine getiren bir büyük hissedicidir. “Ölsek de sevinin eve dönsek de!” diyerek gayesi ve memuriyeti yolunda hiçbir engel tanımayan bir medeniyet savaşçısı… Üstad; sonuçlar doğuran fikirlerin sahibidir. Bu sonuçlar riskli de olsa her zaman o riskleri göze almıştır. Kesitler halindeki uzun hapishane hayatı bunun göstergesidir. Üstad aldığı risklerin bedelini burada, kendi coğrafyasında ödemiştir. Şedit CHP iktidarının İslâm’ın her türlü izlerini toplumdan silme uygulamalarına karşı verdiği destansı mücadele herkesin malûmudur. O, bu mücadelenin sonuçlarını bilerek, göze alarak vermiştir kavgasını. Nazım Hikmet ve kimileri gibi, tehlike gördüğü anlarda bu toprakları terk etmemiştir, bu coğrafyadan kaçmamıştır.

Necip Fazıl’ın asıl gayesi, meselesi neydi?

O, İmam-ı Rabbani çizgisinin günümüz temsilcisidir

O diyordu ki: “Doğruyu mu arıyorsun? Allah ile Resulü’nün bildirdiği. İyiyi mi arıyorsun? Allah ile Resulü’nün öğrettiği. Güzeli mi arıyorsun? Allah ile Resulü’nün gösterdiği.” İşte Üstad’ı, insanın doğru-iyi-güzel ve yanlış-kötü-çirkin şeklinde iki kutuplu bu dünya ve ötesi macerasında hedef gösterdiği bu cümleleri O’nun “meselesi”ni anlatmaya yeter. “Lâfımın dostusunuz çilemin yabancısı. Yok mudur sizin köyde çeken fikir sancısı? ”mısralarında da dile getirdiği “fikir sancısı”.. İşte bu sancının neticesidir ki ortaya kâmil bir medeniyet tasarımı halinde O’nun Büyük Doğu olarak isimlendirdiği mukaddes emanet davasını, bu yüzyılın şartlarında bütünleştirmiş ve insanlığa teklif edilmiş, sunulmuş bir mimarî proje olarak ortaya koymuştur. Aslında bu bir yenileyiciliktir. Eski deyimle tecdiddir. Üstad bu manâda (anlaşılmasa da, görülmese de) bir müceddittir. Çünkü İslâmi çizgiyi doğuşundan bu yana takip ederseniz, bu çizginin tecditle bugüne ulaştığını görürsünüz. Aslında O; Allah’ın Resulü ve Sahabîlerden sonra ümmetin en büyüğü büyük müceddit İmam-ı Rabbanî çizgisinin günümüzdeki temsilcisi idi. O büyük yenileştiricinin izini takip eden bir yenileyici. Bu konunun derinliğine girmenin yeri burası değil, sadece bu tesbitlerle yetinelim isterseniz. Aslında, bugün bile ülkemizde ve tüm İslâm aleminde halâ anlaşılamamış olan İmam-ı Rabbanî hazretleri’ni anlayabilmiş ve anlatabilmiş ve O’ndan aldığı silsile nefesini kalıplaştırabilmiş yegane kişi de gene Üstad Necip Fazıl’dır. Müslüman olmuş bir İngiliz bilim adamının deyimiyle “Postmodern dünyada kıbleyi bulma”nın niçin ve nasılını İdeolocya Örgüsü’yle ortaya koymuştur. Tabii bunu görebilecek olanlar; “ideoloji bir ihtiyaç mıdır?”, “bunu ifade edebilecek, bütünleyecek mütefekkir-düşünce adamı nedir?” gibi günümüzün Müslüman aydınlarının yabancısı olduğu, kıyısından bile geçemedikleri temel soruları hem sorabilen hem de cevap verebilenlerdir.

Büyük Doğu; İslamiyet’e yol açma geçididir

Osmanlı sonrası gerek ferdî zuhur, gerekse de toplumsal zuhur için mutlak gerekli olan ihtiyacı (belki büyük iddia gibi gelebilir size ama) sadece Üstad Necip Fazıl hissedebilmiş ve bunu İdeolocya Örgüsü ismiyle bütünleştirmiş, örgüleştirmiştir. Ne diyordu bu eserinin ilk baskısındaki ithafında ? “Ben bu eseri örgüleştirmek için yaratıldım.” İfadesinin altını çizmemiz gerekiyor. Gene İdeolocya Örgüsü’nün girişinde “Fikirde, sanatta, anlayışta, anlatışta, buluşta, tutuşta, dağıtışta, toplayışta ve nihayet yaşanmaya değer hayatın ölçülerini billurlaştırma işinde dünyanın en büyük adamı olmak isterdim; nefsim için değil de, sırf O’nun ümmetinden en hakîr ferde düşen liyakat payını ve üstünlük derecesini göstermek için…” diyor. İşte Üstad’ın temel fonksiyonu, ne yapmak istediği ve yaptığı burada ortaya çıkıyor ve ortaya konuluyor. Üstad, Osmanlı sonrası artık devlet ve toplum plânında tefessüh eden, ortadan kaldırılan İslâmın bütün bir tasarım halinde yani medeniyet projesi olarak yeni zaman ve mekân şartlarında nasıl olacağı? temel sorusunun cevabını İdeolocya Örgüsü’yle vermiştir. Bunu da Büyük Doğu olarak isimlendirmiştir. Büyük Doğu; kendi ifadesiyle “Gelmiş ve gelecek zaman boyunca bütün eşya ve hadiseler zeminini avlamaya memur bir fikir ağı… Bu ruh, sistem ve ismin, bağlı olduğu iman mihrakına göre hiçbir istiklâli yoktur. Olanca saffet ve asliyetiyle İslâmiyete yol açma geçidi.. Ve çoktan beri kaybedilmiş bulunan bu saffet ve asliyeti 21. asrın eşiğinde eşya ve hadiselere tatbik etme işi…” İşte Üstad’ın bahsettiğim tecdid işlevini bu cümlede bulabilirsiniz. O’nun kendisi müceddit olduğunu söylemiyor. Biz O’nun yaptığı işin ve sadece ülkemiz için değil, tüm İslâm alemi ve tüm insanlık için ihtiyaç olan tecdid-yenilemenin ne olduğunu, ne olması gerektiğini O’nun İdeolocya Örgüsü’yle anlayabiliyoruz.

Üstad, fikirde kemal çığırı açmıştır

O’nun “Her yüzyılda bir yenileyici gelir” ölçüsünden ilhamla 1978 yılında yazdığı “Bindörtyüze bir yıl var, yaklaştı zamanımız; Bu asırda gelir mi dersin kahramanımız?” mısraları da aslında yaptıklarının o ölçünün gereği olan bir kahramanlık-yenileyiciliktir. O’nun şiirlerinin bütününü ihtiva eden Çile’sine bu gözle baktığınızda da aynı şeyi görürsünüz. Aynı tecdidi şiir idraki içerisinde yaşarsınız. 1979 yılında yazdığı (bizim de o yıllarda mensubu olduğumuz ve yazı yazdığımız Akıncı Güç dergisi ve kadrosu) ve sonra İdeolocya Örgüsü’ne ekeklediği “İslamı Yenilemek” başlığı altında bu konuyu (teceddüt) bahsini özet maddeler halinde anlatır aslında. “İslâm yenilenmez. Anlayışı yenilemek gerekir. Anlayış mı? Nurun aynadaki aksi… Aynayı yenilemek… Güneş yenilenmez. Göz yenilenir. İslam, başı ve sonu olmayan ebedî yeninin ismi… Ona her an biraz daha nüfuz etmektir ki, yenilik…… Bunca zevalin ardından ancak kemal çığırı açılabilir…”Evet… yüzyıllara sâri bir zevalin ardından Üstad fikirde kemâl çığırı açmıştır.

O’nun Büyük Doğu’su Allah ve Resulüne bağlılığı ifade eder

Bunu yâni idelocya ihtiyacını, yenilenme ihtiyacını, model ihtiyacını, fikir adamı ihtiyacını, vs. vs. anlayabilenler ancak Üstad’ın İdeolocyasını anlayabilir. Gene O’nun tabiriyle “Derin ve Gerçek mü’min”ler anlayabilir. İdeolocya Örgüsü; depo edilmiş, istiflenmiş bilgiler, malzemeler, malûmatlar yığını değildir. Konfeksiyon düşünceler, paketlenmiş fikirler değildir. Kendine özel terminolojisi, kavramsal düzeni (yeni deyimle) konsepti olan, çelişkisiz diyalektiği olan bir bütündür. O’nun Büyük Doğu’su Allah ve Resulû’ne bağlılığın bir büyük borcunu yerine getirebilmenin aşk derecesinde Büyük Dâvâsını, Büyük Rüyasını, Büyük Duasını, Büyük Doğrusunu ifade eder.

Yanında bulunanlara ne kazandırmak istedi?
“Hayatları kafeslerde geçen kültür müslümanları Necip Fazıl’ı anlayamaz !”

Aslında Üstad’ın “en ulvî tecrit ve manalandırmalara en süflî teşhis ve maksatlandırmalar musallat olur!” sözü yukarıdaki cevaplarımızın içerisinde de bulunmakta. Nitekim İdeolocya Örgüsü’nde öncelikle bu eseri niçin ortaya koyduğunu izah etmesine rağmen, bugüne kadar, suyun bu yakasındaki Müslüman yazarlar, aydınlar, gazeteciler, vs. tarafından anlaşılamaması bir yana “en süflî teşhis ve maksatlandırmalar”a indirgenmiştir. Tabii burada Üstadın bu şekilde (özellikle de İdeolocya Örgüsü’nün) indirgemeci bir yaklaşımla, okunmadan, üzerinde düşünülmeden kimi yorumlara konu edilmesinden müstağniyiz. Aslında bu sığ ve kışır idraklere verilecek cevabımızın da olmaması gerekir. Buna en son örnek Hece Dergisi’nin Necip Fazıl Özel Sayısı’nda “Büyük Doğu nereden doğar? İslamcılık, Doğu-Batı sentezciliği ve Necip Fazıl” başlıklı Alev Erkilet isimli bir idrak yoksunu kadının vehimlerden ibaret marangozluk mamulû yazısıdır. Gene aynı dergideki Ömer Lekesiz ismiyle kendi lekeleriyle malûl bir lekeli yazı olan “Necip Fazıl’ın kanaat önderliği” başlıklı yazı, vs. vs. Daha bunun gibi birçok örneğe rastlayabilirsiniz. Hece Dergisi’nin briket gibi, amelelerin elinden çıktığı belli olan Necip Fazıl özel sayısına nisbetle (öyle zannediyorum) bilinçaltı komplekslerin dayatmasıyla çıkardığı Nazım Hikmet Özel Sayısı ise Nazım’ın ruhu ve düşüncesiyle örtüşen bir format ve muhtevada.. Kendi iklimini kuranlara ihanetle, kendi iklimine düşman olanlara muhabbetin nerelere kadar varabileceğinin belgeleri.. Tabii bu iklimin insanları iseler…

-“Kininin Davacısı” Gençliğe Örnek Y. Köse!-

Münir OYUNBOZAN

“Dini Bütün, Kini Bütün Bir Gençlik” diye yazmış makalesinin başlığını eski TKP’li -ne demekse artık!- yeni “liberal sol” Oya Baydar, kendi malları olan “t24” isimli sitesinde.

http://t24.com.tr/yazi/dini-butun-kini-butun-bir-genclik/4687

Mevzu mâlûm. Başbakan’ın “dindar gençlik” sözlerine üzerine başlayan tartışmada, Üstad Necib Fazıl’ın “Gençliğe hitabe”sinde geçen “dilinin, dininin, kininin davacısı bir gençlik” ifadesi üzerine “tüyleri ürpermiş” Oya Baydar’ın.

Öyle diyor:

“- Cümlesine “Modern, dindar bir gençlikten söz ediyorum” diye başlayan Erdoğan, hitabet gücünün şehvetine kapılıp “Dilinin, dininin, kininin davasına sahip çıkan bir gençlik” dediğinde, gerçekten de yanlış duyduğumu sandım. Aynı konuşmanın verildiği bir iki kanala zaplayınca, aklımın ve kulaklarımın sağlam olduğunu anlayıp kendi adıma ferahladım ama ülke adına, gençlik ve gelecek kuşaklar adına, hatta Başbakan’ın adına aynı ferahlığı duyduğumu ve rahatladığımı söyleyemem. Ertesi günkü (benim görebildiğim) gazetelerde cümledeki “kin” sözcüğü yoktu. Onun yerine ya beyninin diye yazılmıştı, ya da o sözcük atlanmıştı. Haberi servis eden ajanslar da benim gibi irkilip Başbakan’ı koruma refleksiyle mi sansüre başvurdular, AK Parti metni basına böyle mi geçti bilemem. Eskiden, söz uçar yazı kalır denirdi, şimdilerde buna da güvenmemek gerek, söz de kalıyor, tekrar dinlemek mümkün oluyor. Bugüne kadar, “Başbakanımız, konuşmasında ‘kin’ dememiştir” diye bir düzeltme gelmediğine göre, muhtemelen de Erdoğan’ın şiir sandığı hamasi manzumelerden bir mısra olan bu sözleri veri sayıyorum. (Bu arada Bayburt Belediye Başkanı da Erdoğan’a atfen aynı sözleri tekrarladı.)”

AKP’nin web sitesine baksa orada konuşmanın video kaydını da, özetlenmiş ama “ilgili” yerin bulunduğu konuşma metnini de görecektir Baydar ama “geri dönüş yaptı, yayından çekti” imajını, şübhesini oluşturabilmek için böyle laflar etmeyi tercih etmiş.

Ardından bir sürü beylik laf, pedagog edasiyle “kin ve nefret” meselesine bir dalıyor, çık çıkabilirsen aşkolsun!

Diyor ki bilgiç bilgiç:

“- Ahlâk da din de hoşgörüyü, tevazuyu, affı, şefkati yüceltir; kini değil. Lafını bilmez, sıradan biri değil de bir lider “kininizin davasına sahip çıkın” diyorsa, durum vahimdir. Çünkü “kimlere karşı kin?” ve “ hangi kinin davasına, nasıl sahip çıkılacak? soruları gelir gündeme. Gençlikten hangi kinin davasını gütmesini istiyor Başbakan? Mayasında ve genetik kodlarında yeterince kin birikmiş/biriktirilmiş; milliyetçi-faşizan önyargıların ve katli vaciptir anlayışının yaygın, cepheleşmelerin derin olduğu bu ülke çocuklarına kininin davasına sahip çıkmayı öğütlemek ne anlama geliyor? Bir dil sürçmesi kabul etsek bile, düzeltilmedikçe, istemeden de olsa kimler kimlere karşı kışkırtılıyor?”

Hiç lafa laf cevaba gerek yok. Bunlar “kin” lafını “kindar” olarak anlamakda yetkinler” ama orada kastedilen (“kindar olun” diye bir ifade yok mâlûm) “kin’inin davacısı ol!” demek!

Bu nasıl olur?

Meselâ konu Başbakan, ondan misâl verelim, işte Dersim meselesinde çıktı “özür dilenecekse dilerim” dedi ve yapılanları anlattı, yapanlara karşı olan “duygularını” ortaya koydu, arşivleri açtı, ve Dersim konusunda adım attı!

İşte Dersimlilere yapılanlara karşı tabiî olarak duyulan KİNİN DAVACISI olmak böyle bir şeydir meselâ!

Veya Oya Baydar ve eşinin zırt-pırt lafı getirip durduğu Hırant Dink suikastı… Milletin “Hepimiz Ermeniyiz!” diye dolaşmasının psikolojik alt yapısında ne var acaba? İş olsun, şık bir slogan olsun diye mi icad edildi “Hepimiz Ermeniyiz”, yoksa H. Dink’e yapılan suikastı gerçekleştiren “odak”a karşı duydukları “kin” ile mi? Samimi olun ve bunun cevabını verin; Dink suikastinin ve “odakları”nın “kincisi” olmanız illa aynı şekilde mukabele etmenizi gerektirmez, işte “Hepimiz Ermeniyiz!” dediniz ve rahatladınız, cebhenizi ortaya koydunuz. Bundan doğal ne var?

“Kininin davacısı” olmak illa “anladığın” şekilde hareket etmek değildir ki Baydar, bunu niye anlamıyorsun anlamak ne mümkün! Ama serde “muhalefet” yapmak varsa, gayet tabiîdir ve yolun açık ola!

Siz bunlarla uğraşacağınıza, bakın “sizin takımdan” Kürşat Bumin, geçenlerde kendisine “niye Salih Mirzabeyoğlu’na yapılanlara karşı bir şeyler yazmıyorsunuz” diye soran “değerli bir okuyucusu” üzerinden niye yazmadığını, daha doğrusu niye YAZMAYACAĞINI anlatırken görünüz Oya Baydar aslında KİN nasıl olurmuş, bilmeden onu da anlatıyordu.

Aşağıdaki linklerde iki yazısını da bulacaksınız, okuyunuz ve anlayınız:

Benim için zor bir yazı: Mirzabeyoğlu hakkında:

http://yenisafak.com.tr/Yazarlar/?i=30033&y=KursatBumin

Benim için zor bir yazı: Mirzabeyoğlu hakkında (2):

http://yenisafak.com.tr/Yazarlar/?i=30045&y=KursatBumin

Kısaca diyor ki Kürşad Bumin, “bunun “adamlarından” birisi bana laf atmış arkadaş, önce çıksın onu bir düzelttirsin, kulağını bir çeksin, sonra bakarız hakkında yazıya!”

Bunu da bir kenara bırakalım, işte Başbakan, özel yetkili savcı eliyle 28 ŞUBAT SÜRECİNİ SORGULAMAYA başlattı. Ne çıkar nasıl biter orası ayrı mesele ama sizin bu hususda neler düşündüğünüze dair bir mâlûmatımız yok! Niye? Çünkü size dokunulmadı mâlûm o dönemde değil mi? Hatta “gericilikle, hurafelerle mücadele”ydi, değil mi?

Tamam öyle olsun, ama siz “demokrat” değil misiniz, nerede kaldı “liberalliğiniz”, o dönemde yapılanların ne demokrasiye ne liberalliğe ne hukuka ne adalete uygun olmadığını görmüyor musunuz ki iki satırla bunu yazmıyorsunuz?

Veya işte bugün bellibaşlı web sitelerinde haber olarak yer aldı, ki kendisi zaten geçenlerde Ankara Adliyesinde suç duyurusunda bulunarak gündeme oturdu, Yakup Köse, nerede onunla ilgili iktibas dahi olsa haberiniz web sitenizde?

Veya işte neredeyse her yere gönderilen ve Facebook ve Twitter üzerinden herkese ulaştırılan 25 Ocak 2000 Metris İsyanı, namı diğer “NOEL BABA OPERASYONU” ile alâkalı yapılan haberlerden iktibaslar?!

Varsa yoksa H. Dink, varsa yoksa “Hayata Dönüş!”

Tamam onları da yazın, ama “kinci gençlik” üzerine psikolojik laflar yapacak kadar “deruun” olduğunuza göre, bu hâdiseleri GÖRMEMENİZİN NEDENİ üzerine de konuşsanız ya?!

Yakup Köse, 14 yaşında Antalya’da evinde akşam yemeği yerken kelepçelenerek tutuklanıyor ve 2004 senesinde çıkan “uyum yasaları” neticesinde 10 sene sonra serbest kalıyor!

14 yaşındaki çocuk, İDAM cezası alıyor; üstelik “Çocuk Mahkemesi”nde değil DGM’de yargılanıyor; alın işte size Ogün Samast’a yapılan muameleyle alaka kurabileceğiniz bir “yan”, yazsanıza bunları!

Siz yazmasanız da, görmeseniz de, işte 14 yaşındaki idam cezası almış ve ciddi ciddi “içerde”, “asacaklar herhalde beni!” diye düşünmeye başlamış Yakup Köse’nin “pedagojik performansı” hakkında kalem oynatsanıza!

O çocuk, genç bir adam olarak dışarıya çıktı! Şimdi kendisinden çocukluğunu alan ve Noel Baba Operasyonu nedeniyle bir de gençliğinden 6,5 seneyi almaya çalışan 28 ŞUBATÇI KÖPEKLERE karşı duyduğu KİNİNİN DAVACISI olarak geçen gün 28 Şubat soruşturmasına müdahil oldu ve suç duyurusunda bulundu!

Yakup Köse, Necib Fazıl’ın bahsettiği, “KİNİNİN DAVACISI GENÇLİK”İN ÖRNEĞİDİR!

Kelimelerin altında takla atarak laf cambazlığı yapacağınıza, buyrun KELİMENİN TAM ANLAMIYLA DAVACI OLAN GENÇLİĞİN  SESİ olun!

Çok mu zor!

Galiba, evet!

http://www.furkandergisi.com/index.php/tr/furkan-yazarlari/munir-oyunbozan/1438-oya-baydar-ve-yakup-kose

Sadeddin Ustaosmanoğlu’ndan Cemaat ve Cemaatçilik Konusunda Önemli Açıklamalar

TV8′ de yayınlanan 8. Gün programında “Cemaat ve Cemaatçilik”  meselesinin konuşmak üzerine konuk olan Furkan dergisi genel yayın yönetmeni Saadeddin Ustaosmanoğlu’nun önemli açıklamalarının “özet video” olarak sunuyoruz.

Şeyh Nazım Kıbrısi Hazretleri Hastalandı

Akciğerlerindeki ödem nedeniyle sağlık sorunları yaşayan Şeyh Nazım Kıbrısi’nin durumu ağırlaştı.

90 yaşındaki Kıbrısi, hastaneye gitmeyi reddettiği için evde tedavi görüyor.

Bir süredir nefes darlığı çeken Kıbrısi’nin durumu dün gece ağırlaştı.

KKTC’nin Lefke kasabasındaki dergahında 24 saat gözlem altında tutulan Şeyh Kıbrısi, kalp yetmezliği sorunuyla da karşı karşıya ancak bilinci açık.

Allah’dan kendisine şifalar, sevenlerine sabırlar niyaz ediyoruz.

ERBAKAN DA ERGENEKONCU OLURDU

ERBAKAN DA ERGENEKONCU OLURDU

Mehmet Ali Güler 29 Ocak 2012 tarihli Aydınlık’taki yazısına bu başlığı atarak, Ulusal Kanal’da (Doğu Perinçek’in kanalı) konuk ettiği Saadet Partisi Genel İdare Kurulu üyesi Av. İsmail Müftüoğlu’nun söylediklerine temas etmiş…

Kayda değer bir şey olmamakla birlikte, memleket ahvaline bakışlardaki yavanlığın görülmesi açısından değinmeyi (zaruret miktarı) gerekli gördük.

Bakalım Bay İsmail neler demiş ve bu “demiş”lere nisbetle neler olmuş, oluyor… Sonuçta da Saadet Partisi’nin amip gibi dağılıyor olmasının bazı ipuçları görülmüş olur, diye düşünüyoruz.

Güller şöyle diyor:

“ABD’ye karşı olduğunu program boyunca her fırsatta dile getiren eski Adalet Bakanı İsmail Müftüoğlu, AB’ye de karşı olduğunu, AB’nin bir sömürü düzeni olduğunu vurguladı.”

Aklımıza şu geldi; Saadet Partisi’nde her şeye körükörüne karşı olmak bir âdet hâline geldiğinden, birbirlerine karşı olmak da âdeta âdet edinildi. Bu sebeble de amip gibi dağılıyorlar… Şimdi de mâşâallah nur topu gibi bir Milli Şef’leri oldu. Denildiğine göre, daha doğrusu basına yansıdığı kadarıyla, bu milli şef kudretlû, haşmetlû iradesiyle Fatih Erbakan’ı da enterne etmiş durumda… Vefa borcu mîrim; vefa borcu! Politik yol çoğu zaman kahpelik tuzaklarıyla döşelidir.

Ne yâni, bu iş Padişahlık gibi babadan oğla mı geçsin demek istiyorsun, diyenlere; tabiî ki hayır deriz. Herkes hak ettiği mevkîi almalı!.. Mesele şu; bu parti de hak edilen yerler doğru dağıtılsaydı AK Parti, Has Parti olur muydu? Ne dersiniz?.. Bir sürü gevezelik yapanlar çıkabilir bu konuda ve inanın söyledikleri fındık kabuğunu doldurmaz… Boş lâkırdılar.

Saadet’teki Millî Şef yapılanması tâ temelinden mevcut. Biraz esnek yapı arzettiği için pek anlaşılmaz. Biraz da İslâmî motifler kullanıldığından pek görülmek istenmez. Ciddi bir dünya görüşüne mâlik olmadan çıkılan yolun hüsran olacağını Üstad Necib Fazıl yüzlerine bin kez haykırmış olmasına rağmen, onlar Millî Görüş sloganında kilitlenip kalmışlardır… Her dönem bir slogan… D8 de bu minvâldedir. AK Parti’nin yaptıklarına bakarak bir değerlendirme yapmamız gerekirse, rahatlıkla bu sloganları kat kat aşan işler yaptığını, yapmakta olduğunu söylemek mümkün… Geçelim.

Yani anlayacağınız, öyle, çok ciddi gibi gösterilen bir çok şeyin popülizm sınırları içinde kaldığı muhakkak. Bay İsmail de bu popülizmin büyüttüğü çocuklardan biri… Daha açık söyleyelim, makam ve mevkiler tek başına eşya ve hadiselere tasarrufta yeterlidir, mücerret fikir olmasa da olur diyen çocuklardan… Böyle büyüdüler. Bu sebeble de yürütemiyorlar. Bir başka yönüyle de, kimsenin fikrine ihtiyacımız yok kibri. Yürümez, yürümüyor, yürümeyecek! Tabiî en doğrusunu Allah bilir.

Gelelim işin en komik faslına:

Geçen haftalarda Saadet Partisi heyeti olarak Suriye’ye gittiklerini hatırlatan İsmail Müftüoğlu, ilginç bir anektod anlattı. Humus’ta, kendilerini izleyen bir Türk gazetesinin muhabiri, Müftüoğlu namaz kılarken, İstanbul’a haber geçer. Telefonda, her yerin yandığını, Suriyeli askerlerin muhaliflere ateş açtığını vs. anlatır.

Namazı bitiren Müftüoğlu, muhabire serzenişte bulunur, “ayıp değil mi, neden yalan söylüyorsun bak ortalık güllük gülistanlık”der. Muhabirin yanıtı ibretliktir: “Patronum böyle haber istiyor!”

Ne garib değil mi? Dünya ayağa kalkmış. Saadet Partisi Lideri Mustafa Kamalak, biz Esed’e destek vermeye değil, dökülen kanı durdurmaya gittik, diyor… Suriye’de muhalif bir ordu kurulmuş ve artık Şam’ın banliyölerinde mücadele ediyor. İç savaştan bahsedenler var. Fakat tek başına hüküm sahibi Bay İsmail; ORTALIK GÜLLÜK GÜLİSTANLIK diyor… Komik dediysek, traji komik.

Yazının sonu:

“AKP’nin kuruluşuna ve eski öğrencilerine de değinen İsmail Müftüoğlu, Erdoğan’ın başbakanlığa gelişi sürecinde önemli bir isme, dönemin ABD büyükelçisi Morton Abromowitz’e de değindi.

Müftüoğlu, Abromowitz’in Erdoğan’la, daha Refah Partisi İstanbul İl Başkanı’yken temasa geçtiğini belirtir.”

Bay İsmail programda “eski öğrencilerim” diyerek mevki kazanmaya mı çalışmış acaba? Bilmiyoruz! Şayet öyle ise, yani “öğrenci” “hoca” şıkları doğmuşsa biz öğrenci alalım. Hocaların hâli belli.

Abromowitz meselesine gelince. Şu anlaşılıyor; müflis tüccar eski defterleri karıştırırmış… Bay İsmail’e hatırlatalım; çıktığın kanalın mânevi babası Perinçek bir Mao hayranıdır. Çin’de Mao’nun ne kendi ne felsefesi kalmamıştır ama Perinçek inadına Mao’cudur; tuhaf! Bay İsmail’e hatırlatalım, bu Mao’culuğun arkasında gizli bir de Mason’luk vardır. İnanmıyorsa İddianamelerdeki tapelere bakabilir. Veya, dava açmaya çok meraklı olduğu Furkan Dergisi’nin eski sayılarına.

Bu bilgiler muvahecesinde biz de Bay İsmail için şöyle diyebilir miyiz;

Bay İsmail Mao’yu sever, Masonlara yardım eder. Perinçek aşkı onu böylesi bir yola sevketmiştir. Bu sebeble onların peşine takılarak, Suriyelere kadar gidip bir Müslüman katilini kurtarmaya yeltenmiştir vs. vs…

Diyemeyiz tabiî. Dersek, dam üstünde saksağan olur. Bay İsmail’in de söyledikleri aynı cinsten; vur beline kazmayı… cinsinden.

Hülasa, diyeceğimiz şu ki, Saadet Partisi bu hâliyle yol alamaz. Ve de amip gibi bölünmeye devam edecek görünüyor… Başarılı olmalarını samimi duygular içerisinde arzu ettiğimizi belirtmekte boynumuzun borcu. Allah daim ve Kaim eylesin.

PKK ASKERİ VESAYET SÜRSÜN DİYEN DERİN DEVLETİN ELİNDE

Türkiye’de çok şeyler değişti; değişiyor… KÖKLER’e doğru ilerlerken, bütün ayrık otları tek tek ayıklanıyor.

Bu ülkede Kürt meselesi yoktu, “KÜRT’ÜN MESELESİ” vardı. Aynen TÜRK’ÜN de meselesi olduğu gibi… Kürt meselesini, Türk meselesi güdenler çıkardı… Türk’ün meselesini (İSLÂM) bir kenara iten Türk meselesi taraftarları, yok yere Kürt meselesi çıkararak memleketi ateşe attılar… Ve; yıllar boyu Anadolu insanını berhevâ ettiler… Adına da, Ulusalcılık, vatanperverlik, kemalistlik dediler. Vatanı onlardan başka kimse sevemez, sevmeye kalkana da müsaade etmezlerdi.

İstiklal savaşında Kürt dağlarda mıydı cephede mi?.. Sonra ne oldu? Niye oldu?.. Bu sorunların cevablarını verme lutfunda bulunmayanlar, yurdu demir ağlarla ördüklerini, on yılda on beş milyon genç yetiştirdiklerini falan söyleyip şişiniyorlardı. Sonra millet öğrendi ki, ülkeyi her türlü satışa getirerek şişiyorlarmış meğer… E tabii şişmenin de bir sınırı var; balon patladı.

Patlayan balonlardan biri de PKK’nın Kürt meselesi… Bu mesele, hatırlattığımız üzere Kürt’ün meselesinden ayrıdır ve müthiş derecede dış finansmanlar üzerinden yürütülür. Şimdilerde bu mesele konuşulmaya başladı ki, epeyi iplik pazara dökülecek gibi.

Kürt Aydınlarından Kemal Burkay bu meseleyi gittikçe derinleştiriyor… Bu sebeble de tehditler alıyor… Yani, Kürt’ün haini(!)… Diğer taraf beyaz Kürt konumunu kaptırmak niyetinde değil anlaşılan. Beyaz Türk dostlarının yaptığı vech üzere…

Burkay ilginç şeyler söylüyor. Mesela:

“Öcalan kameraların önünde ‘pişmanım, hizmet edeyim’ dedi. O tarihten sonra PKK’nın yaptıkları devletin istediği şeylerdi. Öcalan yakalandıktan sonra 180 derece dönerek 80 öncesi politikalarına döndü. Ne silahlı mecadele yaptı ne bağımmsızlık istedi, ‘üniter devlet modeli’ dedi.

PKK, ‘Başkan taktik yapıyor’ dedi bunu gölgelemek için. Yargılandığı dönemde şunu söyledi: Gelip teslim olsunlar. Bunun yolu neydi af çıkarmak ama devlet bunu yapmadı.

Derin devlet dediğimiz şey buna izin vermedi. PKK’yı yedekte tutmak istedi. Kürt hareketi PKK olarak gösterildi. Onun savaşmasını istedi.

Bu çatışmanın sona ermesini istemeyen ve ekonomik ve siyasi rant elde etmek isteyenler PKK içinde de karşısında da var.” -30 Ocak 2012 Star-

Burkay daha da ilginç şeyler söyleyerek devam ediyor:

“Öcalan, derin devlete karşı çıktığı anda kontrolü yitirdi örgüt içinde. Öcalan ne dedi seçim sürecinde, silahları bırakıyor barış anlaşması imzalanıyor dedi. Ama o sırada silahlar konuştu. Demek ki derin devlet PKK’nın silah bırakmasını istemiyor. Öcalan’ı bypass ettiler.

PKK’nın içinde derin devletin güçlü bir eli var ve provakasyonlar için fırsat kolluyor. Reşadiye, Kastamonu, Antalya ve Dört yoldaki eylemler, sınırdaki karakol baskınları provokatif eylemlerdi.

BDP ve PKK’nın bazı şeylere niye karşı çıktıklarını anlamak güç. Bir Ergenekon davası çıktığında niye tarafsız kalıyorlar. JİTEM’in işlediği onca cinayetin ortaya çıkması için destek vermek gerekiyor.

KCK, Öcalan yakalandıktan sonra ortaya çıktı. PKK yeniden dizayn edildi. Balyoz davası sırasında ele geçen bir belge vardı. 2000-2001’de bir subay, Öcalan’ın avukatıyla görüşüyor. Subay PKK nın içine 50 subay yerleştirmek isteriz’ diyor, Avukat ‘Tamam ama bu kararı alırken bunda ben yalnız olmayayım’ diyor.

Örgüt bir ara sendeledi. Kongreye son günde askeri helikopterle yetişen Öcalan’ın avukatı Mahmut Şakar ‘Başkan savaşacaksınız kararı aldı’ dedi.

Ondan sonra yeniden PKK hareketleri başladı. Niçin? Kanımca darbe zemini içindi. Ak Parti ngellenemeyince, darbeler yoluya engellenmeye çalışıldı. Bu darbelerin amacı askeri vesayeti sürdürmektir.”

Evet.

Bu konuşmalar bir hayli ezber bozacak cinsten. Bundan böyle meseleler, Uluslar arası konjenktürün müsaitliği ve hükümet edenlerin feraseti nisbetince çözülmeye devam edecek… Anlaşılan o ki, bu gidişat her türlü gizli saklıyı ortaya dökecek, anya ile Konya belli olacak. Görelim Mevlam neyler.

Bir tepki de Kürt siyasetçi İbrahim Güçlü’den geldi. Burkay’a tehdidi Kürtlere ve onların geleceğine yapılmış olarak gören Güçlü, “Bu, PKK dışında ortaya çıkacak siyasi bir alternatifi engellemedir” diyor. Ve 30-40 yıldır Kürt temel hak ve özgürlüklerini savunanların PKK tehdidi altında olduğunu söyleyen Güçlü şunları söylüyor:

“Devlet devlet değil, kemalist elitin devletidir.

PKK kendisinden başka Kürt aktör istemiyor. Zaten bu aynı zamanda derin devletin de istediği bir şey. Bunlar siyam ikizidir. Ama öyle siyam ikizidirler ki, birleşik kaplar gibidir.

JİTEM diye önemli bir dava var. Kazılardan cesetler çıkıyor. Öcalan’ın talep etmesi halinde binlerce insan sokağa dökülebiliyor. Ama bu kazılarla ilgili kitle gösterisine rastlanmıyor. Ergenekon ile ilgili de öyle.

Faili meçhullerin ne kadarı devlete ve PKK’ya ait tesbit edemiyoruz. Ama iç içe oldukları kesin.” -Star-

Bütün bu olanların temelindeki mesele, Derin Devlet’in deşifre olmasıdır. Henüz bürokrasinin kılcal damarlarından sökülebilmiş değiller ama, ana artellerde rahat dolaşamadıkları da bir hakikat. Ortadoğudaki ayaklanmalar ve batıdaki batışların hızına ve şekline göre, mesele vuzûha kavuşacak, yavaş yavaş KÖKLER’in gerektirdiği sahillere bu millet ve bu ümmet ulaşacak. Gidişatın bundan başka işaret ettiği bir yön görenler varsa söylesinler.

Davosta, kapitalizmin bir bakıma İFLASI da açıklanmışken, bu gidişata kim hangi güçle engel olacak?.. Arada, mevzii başarı kazanmalarına bakıp da rotayı şaştığımızı zannedenler olabilir, aldanmasınlar… Kaldı ki, artık mevzii başarı bile elde edecek takatları kalmadı… Batı ve batıcılar ve de gizli saklı batı ile kâim olanların devri bitti. Çünkü batı bitti… Uğurlar ola.

BATI SENDELEDİ DİKTATÖRLERİN SONBAHARI BAŞLADI

Uzun zamanlardır Doğu’da sömürmedik yer bırakmayan sömürgeciler sendeleyince, ayakta tuttukları putları da bir bir devrilmeye başladı… Bunlardan bir tanesi canhıraş feryatlarla efendilerine sesleniyor:

“ESKİ DOSTLARIM BENİ KURTARIN.

Mübarek, aralarında eski dostları Sarkozy, Belusconi ve Bush’un da bulunduğu dünya liderlerine mektup göndererek kendisini idamdan kurtarmalarını istedi. Eşi Suzan Mubarek de dondurulan hesaplarını açtırmak için Avrupa’ya gitmek istiyor” (30 Ocak 2012, Star)

Demek diktatörler de ağlarmış. Hanımefendi de, Mısır halkından çaldıkları paraların hayali peşinde… Doymaz bu domuzlar. Hem zulmederler, hem de düşdüklerinde, bir muhasebe yapıp kendimize gelelim demezler… Varsa yoksa köpek nefsleri… Gerisi onlara vız gelir. İnsanları işkencehanelerden mahkemelere demir kafeste taşıttırırken o kafese hiç girmeyeceğinden ne kadar emindi Fravun. Şimdi o kafesin içinden dostlarına imdat çığlıkları gönderiyor. Kaldı ki, dostları zaten kendi post olmuş vaziyetteler… Geriye kala kala bir yarım Sarkozy kaldı ki, o da gidici gibi… Ama ne yapsın Firavun; can tatlı… Tabii asıp kestiği insanların canları beş para etmezdi, öyle zannediyordu. O mazlumların kanları geldi boğazına tıkandı. Şimdi titriyor.

GECENİN GÜNDÜZE DÖNÜŞÜNDEKİ ÂHENK’E TALİBİZ

Acele etmiyoruz aslında. Biliyoruz ki acele şeytan’dan, teennî Allah’tandır. Hükmün öne alınışında maslahat sözkonusu olduğundan, hükmü, UYARICILIK’a vesile kılıyoruz, ona göre söz söylüyoruz. Yani, işin taktiği, stratejisi, ideolojisi vs… Ama asla olacağına inanmadığımız şeyleri söylemiyoruz, sadece öne alış, sonraya bırakış sıralamasında, maslahata dikkatle hareket ediyoruz.

Bu minvalden olmak üzere, yani hem teenniye, hemde olan bitenin adını koymaya dair şu satırlara bakalım:

“Aslında, ‘Arab baharı’ tabiri kısıtlayıcı ve yanıltıcı olmasından ötürü çok yanlış bir metefordur. Eğer bir meafor gerekiyorsa bu ‘Arab Baharı’ değil ‘Diktatörlerin Sonbaharı’ olmalıdır. Tunus’tan Mısır’a, Libya’dan Yemen’e olan halk ayaklanmaları, ihtilaller diktatöryel rejimleri sona erdirmiştir. Peki bahar ne zaman gelir? Çiçeklerin, meyvelerin ortaya çıktığı zaman. Daha ne çiçek var ne de meyve. Bu bir doğum sancısıdır. Mısır’da ve Tunus hariç bölgenin diğer ülkelerinde olanlar, çok zor gelişmelerdir. Zira 40 ile 60 yıldır bu ülkeler diktatöryel rejimler altındaydı. Devlet sadece baştaki adamı korumak, arzularını yerine getirmek amacıyla çalışıyordu. Toplumun müesseseleri yıkılmıştı. O sebeple bahardan bahsetmek çok yersiz bir teşbih” (İslam İşbirliği Teşkilatı Genel Sekreteri Ekmeleddin İhsanoğlu, 30 Ocak 2012 Star)

Bu satırları Türkiye’ye de tatbik edebilirsiniz. Tabular yıkılıyor, çetelerin çeteleleri tutuluyor, servislerle olan ilişkileri takib ediliyor vs… Gündüzün geceye tahvili nasıl teenni içinde gerçekleşiyorsa, gecenin de gündüze tahvili aynı teenniyi gerektiriyor… Bütün mesele, süreç içinde rehavete kapılıp kaybolmamak. Ne demişler; SABIR… SAVAŞ…ZAFER… Gidişat bu yöndedir; inanıyoruz.

KÜÇÜK BİR ŞARET FİŞEĞİ

Küçükte olsa, gidişata dair epeyi ufuk açıcı bir haberi de yine aynı tarihli gazeteden nakledelim. Derinden derine neler gelişiyor görelim:

“Çareyi İslâmî Finans’ta buldular.

Yaşanan global krizle birlikte Batı’da İslâmî finans ve maliyecilik derslerine ilgi arttı. Fransa’daki Strasbourg Üniverstesi’nde 3 yıldır İslâmî maliyecilik dersi verilirken, yaşanan ilgi üzerine aynı alanda kurslar da açıldı. 1 yıldır süren kurslara ilginin yoğun olduğunu anlatan Ekonomi Profesörü Laurent Well ‘İslâmî maliyecilik bu krizin galibidir. O yüzden ilgi arttı’ dedi.”

Mesele şu ki, kapitalist sistemin her bucağı teslim aldığı dünyada, İslâmî bankacılığın hakkını verebilmek imkânsız. Fakat, gel gör ki, rüzgarı bile yetmiş. Ne diyelim! Gecenin gündüze tahvili devam ederken, kimbilir nerelerde daha neler pişiyor? Allah, “Nurumu Tamamlayacağım” buyurduğuna göre?

Geçiş döneminde iddialı SİSTEMLER arz-ı endam etmeli… Biz BAŞYÜCELİK DEVLETİ diyoruz… Doğum sancılarından sonra doğacak BÜYÜK DOĞU’nun sıhhatli büyütülmesi, şimdiden alınacak tedbirlerle mümkün.

http://www.furkandergisi.com/index.php/tr/medya-analiz/1426-basindan

AKLINI BAŞINA TOPLA İSMAİL MÜFTÜOĞLU

Mahmut Ustaosmanoğlu’nun yeğeni olarak tanınan Furkan Grubu’nun önemli ismi Saadettin Ustaosmanoğlu çarpıcı açıklamasıyla İsmail Müftüoğlu gerçeğini ortaya çıkardı

Mahmut Ustaosmanoğlu’nun yeğeni olarak tanınan Furkan Grubu’nun önemli ismi Saadettin Ustaosmanoğlu’nun şu açıklamasıyla İsmail Müftüoğlu gerçeği ortaya çıktı:

‘Cübbeli, Müftüoğlu ve gibilerinin kurduğu çete tabii olarak Ergenekon terör örgütüne de hizmet ediyor. Cüppeli’ye ve Müftüoğlu’na buradan sesleniyorum: Şahsiyetli olun, dik durun, küçük kurnazlıklara yeltenmeyin. Aklınızı başınıza toplayın.’

Saadettin Ustaosmanoğlu genel yayın yönetmenliğini yaptığı Furkan Dergisi’nin internet sitesine yaptığı açıklamada, ‘Ergenekon’la ilişkili gösterdiği Ahmet Ünlü ve Saadet Partisi Genel İdare Kurulu üyesi İsmailağa’nın lideri Mahmut Ustaosmanoğlu’nun hukuk müşaviri İsmail Müftüoğlu hakkında şu iddialarda bulundu:

Erbakan Hoca, ‘Niçin İsmailağa’nın oylarını AKP’ye kaptırdınız’ diye Müftüoğlu’nu fırçaladı. Fırçalamanın meydana getirdiği kuyruk acısıyla Müftüoğlu, Cüppeli’yle kafa kafaya verip Saadet Partisi’ni kurtarmaya çalışıyor. Biz bu oyunu bozduğumuz için de en ahlaksızca atraksiyonlara giriyorlar. Bir daha Erbakan Hoca’dan beceriksizlik azarı işitmek istemediği için kıvranıyor. Ama yanlış kişilere sataşıyor!

Efendi hazretleri Cüppeli’ye, ‘Bizim parti ne yapıyor?’ diye soruyor. Cüppeli, ‘Saadet mi?’ diyor. ‘Yok yok, bizim parti’ deyince o ‘Yazıcıoğlu’nun partisi mi?’ diyor. Üçüncü soruşundan sonra Cüppeli ıkına ıkına ‘AKP mi efendi hazretleri’ deyince ‘Evet’ cevabını alıyor. Tabii bu şu demek değil; efendi hazretleri AKP’lidir. Efendi hazretleri hiçbir parti, hiçbir teşkilât, hiçbir örgüte nisbet edilemez.

  kaynak: http://www.medyanot.com/analiz/4875-aklini-basina-topla-ismail-muftuoglu.html

MÜFTÜOĞLU SAADET’İ ERGENEKONLAŞTIRIYOR

Saadet Partisini Ergenekonlaştırma görevini başından beri büyük bir azim ve heyecanla sürdüren Saadet Partisi Genel İdare Kurulu üyesi İsmail Müftüoğlu Aydınlık’a konuştu.

işte Aydınlık’ta yayınlanan o haber:

Türkiye’nin sorunlarının çözümü, ABD kıskacından kurtulmaya bağlıdır.”

Bu sözler, eski Adalet Bakanı, Saadet Partisi Genel İdare Kurulu üyesi Av. İsmail Müftüoğlu’na ait.

Müftüoğlu, önceki gün Ulusal Kanal’daki Ufuk Ötesi programımızın konuğuydu. Kendisiyle iki saate yakın süren program boyunca dış politikadan, AKP’nin nasıl kurulduğuna dair pek çok konuda konuştuk. Ancak programdaki en önemli saptama, işte bu cümleydi…

ABD’ye karşı olduğunu program boyunca her fırsatta dile getiren eski Adalet Bakanı İsmail Müftüoğlu, AB’ye de karşı olduğunu, AB’nin bir sömürü düzeni olduğunu vurguladı.

Ergenekon soruşturmasının arkasında ABD var

İsmail Müftüoğlu, yürütülmekte olan Ergenekon soruşturmasının arkasında ABD’nin olduğunu özellikle vurguladı.

Müftüoğlu‘na göre soruşturmayla tutuklanan şahsiyetlerin hemen hepsinin bazı ortak özellikleri vardı:

Türkiye’yi büyük bir badireye sokacak olan 1 Mart tezkeresine itiraz etmişlerdi, hatta tezkerenin geçmesini bizzat engellemişlerdi… Hemen hepsi ABD karşıtıydı… Pek çoğu, Türkiye’nin NATO’dan çıkmasını istiyordu…

Eski Adalet Bakanı İsmail Müftüoğlu, Kıbrıs davasının büyük kahramanı Rauf Denktaş’ın bile adının bu soruşturmaya karıştırıldığına dikkat çekti.

Ancak Müftüoğlu’nun en çarpıcı sözleri ise Necmettin Erbakan’la ilgiliydi. Müftüoğlu’na göre yaşasaydı ve sağlık durumları o zaman elverseydi, Erbakan da Ergenekoncu ilan edilebilirdi… Müftüoğlu’na göre, bu ihtimalin dayanağı, Erbakan’ın milli duruşuydu!

Çiller – Bir anlaşması

Saadet Partisi Genel İdare Kurulu üyesi İsmail Müftüoğlu, 23 Şubat 1996 tarihinde imzalanan Türkiye – İsrail Askeri İşbirliği anlaşmasının yürürlükte olduğunu; ABD’nin de füze kalkanı ile yürürlükteki bu anlaşmayı onayladığını belirtti.

Müftüoğlu, yürürlükteki bu anlaşmanın Tansu Çiller – Çevik Bir ikilisinin eseri olduğunu belirtti.

Yandaş basının yalanları

Geçen haftalarda Saadet Partisi heyeti olarak Suriye’ye gittiklerini hatırlatan İsmail Müftüoğlu, ilginç bir anekdot anlattı. Humus’da, kendilerini izleyen bir Türk gazetesinin muhabiri, Müftüoğlu namaz kılarken, İstanbul’a haber geçer. Telefonda, her yerin yandığını, Suriyeli askerlerin muhaliflere ateş açtığını vs. anlatır.

Namazını bitiren Müftüoğlu, muhabire serzenişte bulunur, “ayıp değil mi, neden yalan söylüyorsun, bak ortalık güllük gülistanlık” der. Muhabirin yanıtı ibretliktir: “Patronum böyle haber istiyor!”

Erdoğan’a Abramowitz yol verdi

AKP’nin kuruluşuna ve eski öğrencilerine de değinen İsmail Müftüoğlu, Erdoğan’ın başbakanlığa gelişi sürecinde önemli bir isme, dönemin ABD büyükelçisi Morton Abromowitz’e de değindi.

Müftüoğlu, Abramowitz’in Erdoğan’la, daha Refah Partisi İstanbul İl Başkanı’yken temasa geçtiğini belirtti.

(Mehmet Ali Güller/Aydınlık)

kaynak: http://www.medyanot.com/medya/4847-muftuoglu-saadet-i-ergenekonlastiriyor.html

İmam-ı Rabbani Hazretleri, 33. Mektup: Alimlerin Dünya’ya Olan Düşkünlükleri.. Sesli Okuma

Kundaktan Bugüne Efendi Hazretleriyle Birlikte Olan Ahmet Ustaosmanoğlu Hoca


 
“EFENDİ HAZRETLERİ 10 YAŞINDAYKEN MÜRŞİD ARIYORDU!”
– Hocam, dilerseniz sohbetimize Efendi Hazretleriyle olan yakınlığınızı anlatarak başlayalım. 
– Efendi ile yakınlığım, annelerimiz de kardeş babalarımız da. Bir evde doğduk, bir evde büyüdük. 
Babam askerdeydi. 
Asker dönüşü köyde 3 tane erkek evlat doğdu. Birisi Mahmud Efendi, benden 40 gün büyük. İkincisi Mustafa hoca, 
üçüncüsü de ben… 1930 doğumluyuz. Ama Efendi’nin annesi O’nu 1931 doğumlu yazdırdı; asker geç gitsin, okusun diye.
– Babanızın ismi?
– Babamın ismi Osman Ustaosmanoğlu.
– Efendi’nin babasının ismi?
– Efendi’nin babasının ismi Ali Ustaosmanoğlu. Babalarımız kardeş. Ufak kardeşlerinin ismi de Hüseyin Ustaosmanoğlu. 4 kardeştiler, biri askerde kaybolmuş.


İlk Tahsil

– İlk ilim tahsiline nasıl başladınız?
– Babam bizleri okutmaya karar vermiş. O zaman okutma diye ortada hiçbir şey yok. O günün şartlarına göre ilim okuma ve okutmak yasak idi, çok baskı vardı. Kâğıtlara Elifba’ları yazmak gibi İslâm’ı hatırlatan şeylerin ortada görünmemesi gerekiyordu. Hatta köyde çocuklara kulübelerde Kur’ân öğretilirken köyün giriş taraflarına nöbetçiler konulurdu; 
jandarmaya karşı… 
O günleri hatırladıkça insanın ağlayası geliyor…
– Allah demenin yasak olduğu bir dönemde babanız size İslâm’ı nasıl öğretti?
– Babam çok zeki adamdı, tahtadan üç tane kürek yaptı. Elifba’yı o küreklere yazdı. Derse giderken o kürekleri ters çevirip omzumuza alırdık, böylece Elifba gözükmez idi. Uzaktan gelen arkadaşlara da 50 cm. uzunluğunda 10 cm. genişliğinde tahtalar hazırladı. Bu tahtalara da Elifba’yı yazdı. Gelip giderlerken tahtayı sırtlarına koyarlardı. İş bu kadar feciydi!
– Hep babanız mı okuttu?
– Babamda hafızlığı yaptık. Hafızlık bittikten sonra köyümüzün dışında bulunan Mehmet Aşık Kutlu’ya tâlime gittik. 1,5 saatlik yolu, bir müddet yürüyerek gittik geldik. 1 ayda bir Sübhâneke’yi geçemedik, o kadar sıkıydı. Orada tâlimi bitirdik, tabiî çeşitli zorluklar altında. Yemek yok, sırtımızda peynir getirirdik. Gidip gelmek zor olunca orada kalmaya başladık. Annelerimiz çok gayretliydi, her gün yemekleri oraya getirirlerdi.

Hacı Dursun Efendiyle Tanışma
– Hacı Dursun Efendiyle tanışmanız nasıl oldu? 
– Mehmet Aşık Kutlu’da tâlimi bitirdikten sonra köye geldik. Arapça okutacak kimse yok. Az da olsa Arapça bilenler var ama okutamıyorlar. Bu esnada Hacı Dursun Efendi diye bir isim duyuyorduk; büyük âlim, Fatih medreselerinde okudu, dersiâm. Kültürlü bir âlim. Ulûm-ı akliye ve ulûm- nakliyeye vakıf birisi. Ama ismi var kendi yok.
Tanışmamışız… 
– Efsane gibi…
– Efsane gibi! Hanımı vefat etmiş. Hanımı vefat edince Of’un köylerinden asil bir sülale arıyor. O sülaleden bir kızla evleneyim diye. Bizim sülaleyi tavsiye ediyorlar. Hacı Dursun Efendi evlilik için talip olunca, babamın kayınvalidesi takvalı bir insandı, o bu evlilikle ilgili bir istihare yaptı. İstiharede, hocamız Hacı Dursun Efendi’nin köyü olan Çalek’de bir elektrik santrali kurulmuş, o santral orada çalışıyor lambaları bizim köyde yanıyor! O güne kadar da köyümüzde o kadar hafız yetişti ki, her evde hafız… İş o hale geldi ki, hafız olmayana kız verilmiyordu. Köyü dolaştığın zaman, sanki arı kovanı gibi her evden Kur’ân okuyanların sesleri gelirdi. Hep Arapça okumayı bekliyoruz… Babam kızı Dursun Efendi’ye verdi…
– Hacı Dursun Efendi ders veriyor muydu?
– Dursun Efendi’nin tek bir talebesi vardı; Vardalı Osman isminde. Başka bir talebesi yok. Kalabalık bir talebe grubuyla Çalek’e gittik; Dursun Efendi’nin köyüne. Bizleri görünce O’na da okutmak gayreti geldi. Okutmaya başlayınca herkes oraya hücum etti. Rize, Erzurum, Gümüşhane, Samsun, Bayburt… Yavaş yavaş tüm Türkiye’den ilim okumak isteyenler Çalek’e geldi. Çünkü başka ilim okutan yok!
– Hacı Dursun Efendi, İslâm’ın öğretilmesinin yasak olmasına rağmen nasıl eğitim verebiliyordu? 
– Dursun Efendi bütün ağaları elinde tutardı. Bütün ağalar ona yardımcı olurdu. Tellioğlu, Çakıroğlu, Nuhoğlu gibi ne kadar ağalar varsa ona bağlıdılar. Ağalar kursun güvenliği ve ihtiyaçlarını sağlarlardı. Ağaların bu işte büyük emekleri oldu.
Ve Dursun Efendi, ağaların bu gayretine karşılık onlara minnet duymaz, o ağalara en ağır lafları da söylerdi…


Efendi Hazretleri Vuruldu!

– Hacı Dursun Efendi’nin yanında eğitimi tamamladıktan sonra ne yaptınız?
– Çalek’te okumayı bitirip icazet aldıktan sonra memleketten ayrıldık. 
İlk evvel Efendi ayrıldı. Of’un Yaranöz köyünde imamlık yaptı ve icazet verdi. 
Bazı yerlerde imamlık yaptı ve gittiği yerlerde halk tarafından tutuldu. O zaman da sofiydi.
Bir gün Efendi Hazretleriyle birlikte düğüne gittik. Düğünde çıkan bir tartışma sırasında yere düşen silahtan çıkan kurşunla Efendi Hazretleri vuruldu. Ayağından… 
Babam, çarşıda doktor olmadığı için O’nu Sürmene’ye götürdü. Sürmene’de O’nu tedavi eden doktor, bunu babamdan dinledim, dedi ki, “Bu çocuğu altınla satsalar onu alırım”. Sebeb neydi? Hani kurşun baldıra girdi çıktı ya, o zaman uyuşturucu-narkoz yok, çocuk hiç ağlamıyor. 
Ortalığı velveleye vermiyor. Doktor, “Bu çocukta bir hikmet var.” demiş. Babam, “Nerden anladın” diye sorunca, “Baksana demiri kurşunun girdiği yere sokup çıkarıyorum ama hiç ses yok” demiş.

Küçük Yaşta Mürşid Arayışı

– Çocukluğunuz nasıl geçti.
– 7-8 yaşlarında meraya inekleri yayardık. Akşam eve gelirdik, yarın daha isteki olalım diye annelerimiz bize süt verirdi, O sütten içmezdi. Annesi, “Oğlum niye içmiyorsun” diye sorduğu zaman “Köyün ortak malından otlanmıştır, içilmez; belki başkaların hakkı vardır.” derdi. Namahremden oldukça kaçardı. 
Daha sabî… Namahrem gördüğü zaman yüzünü kapatırdı. Kadınlar, “Oğlum daha akil baliğ olmadın” dediklerinde “Sen oldun ya” derdi. 
10-12 yaşlarındayken bana “Şeyh arayalım” dedi. Şeyh aramaya gittik. 
Rize’dekileri beğenmedi. Of’takileri beğenmedi. Çaykara’ya gittik beğenmedi… “Beğenmedim” demiyor ama talip de olmadı… Daha çocuğuz…

Sonra asker oldu. Askere giderken, bunu da annesinden duydum, “Ya Rabbi! Bana bir mürşid nasib et!” diye dua etmiş.
– Efendi Hazretleri’nin ailesini anlatır mısınız?
– Babası da sofiyindendi. Üzerinden kaza namazı geçmemiştir. Büyük bir tarlası vardı. Tarlanın bir ucundan diğer ucuna, bayır tarafa toprak taşırdı. Bir gün “Amca, bu senin toprak taşımanla burası dolmaz” dediğimde, “Ben de biliyorum ama burada yapacağım iki iş var. Ya tarlada çalışacağım ya da kahveye gidip dedikodu yapacağım. Hem toprak taşırken bir seferde 3 bin La ilahe illallah çekiyorum. Kahvede oturmak mı kârlı, yoksa bu mu” deyince “Bu daha kârlı” dedim.
Efendinin annesi “köyün babası” sayılırdı. Kırıkları tedavi eder, nerde bir icazet veya topluluk olursa “Oğlum hayırlı olsun” diye dua ettirirdi. Biri hacca gitse ona kağıt verir ve hacda “oğlu hayırlı olması için dua ettirirdi. Bu işe çok ehemmiyet verirdi. O zamanlar açlık zamanları. Annesi, 60 kg. kirazı sepete doldurup, sırtında Çaykaraya götürürdü. Evde gaz yok, tuz yok… o günlerde durum buydu.
Efendi’nin babasının Hac’da şu duayı yaptığını duydum: “Ya Rabbel âlemin. Benim oğlumu Hazreti Resûllah’ın sünnetine bağlı ve onu yayan insanlardan yap!”

Aranan Bulundu!

– Efendi Baba Ali Haydar Efendi ile tanışmayı anlatır mısınız?
– Askere Bandırma’ya gitti. Bandırma’da Cuma günleri, birlikten izin almak suretiyle cumaya gidiyorlar. Kıldıkları camide de, Ali Haydar Efendi’nin şeyhi Ali Rıza Efendi yatar. Ali Haydar Efendi imamın arkasında. Efendi de gerilerde. İçinden “Şu Hocaefendiyle bir tanışsam” diye geçiriyor. Ali Haydar Efendi yanındaki arkadaşına, bunu kendisi söylerdi, “Şu arkada direkten bu yana 3. askeri al getir bana…” der!

(Devam Edecek)  Furkan Dergisi, s. 5, Temmuz 2006



İslam Mütefekkiri Mirzabeyoğlu’nun Muhterem Vâlidesi Vefat Etti!

İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi Raciûn

İslam Davasının Savunucusu Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun muhterem vâlideleri Sabriye Erdiş Hanımefendi (22.01.2012) vefat etmiştir. Cenâb-ı Hak’tan merhumeye rahmet, başta İslam Mütefekkiri Mirzabeyoğlu olmak üzere sevenlerine sabr-ı cemil niyaz ederiz!

Mirzabeyoğlu’nun kendi kaleminden;

Baba evinde her zaman, kitab mühim bir unsur olmuş ve Şerif Muammer (Muhammed), şahsiyet sahibi olma, kafa yapısı ve fikir meselesini her zaman maddi üstünlük ve ehemmiyetlerin önünde görmüştür… Anneciğim, 1964’de doğum günümde, babamın hediye ettiği kitaptan ayrı olarak bana, Eflâtun’un «Devlet» isimli eserini hediye etmiş ve şöyle yazmıştı:

– «Oğlum!.. Doğru ve akıllı adam, muvaffak olacak adamdır. İyi seneler.»

Benim not alarak okuduğum ilk eser de, 1967’de bu eserdir!.. Şiddetli toplayıcı karakterimin ve koku alma melekemin bariz olarak görülmesine vesile eser!..” (Salih Mirzabeyoğlu, Tilki Günlüğü, c. 1, s.375)


AYDINLAR OCAĞI BAŞKANI DİYOR Kİ

AYDINLAR OCAĞI BAŞKANI DİYOR Kİ

Daha doğrusu bir şey diyemiyor. Demek istiyor, ama bu toprakları ve bu topraklar üzerinde yaşamış olan insanların derinlemesine ne tarihini ne kültürünü ne de dilini biliyor. Bu zafiyetin kendisini savurduğu vadilerde boş sözler ederek zevahiri kurtarıyor… Bize öyle geldi.

Baran Dergisi’nin 262. sayısına konuşmuş Aydınlar Ocağı Başkanı Prof. Mustafa Erkal. Okuduklarımızdan anladığımızı anlatmaya  çalışarak tahlil edelim meseleyi.

Söyleşiyi yapan Kazım Albayrak. Suriye meselesiyle başlamış sorulara. Uzatmadan; tek cümle  ile ifade edilecek şekilde cevab şu: “Suriye’ye ikinci İsrail Devleti’ni kurmak için saldırıyorlar!” Eh, herkesin bir fikri olacak haliyle. Fikir özgürlüğü(!) de olduğuna göre, isteyen istediğini söyler.

Biz asıl, hazırlanmakta olan yeni anayasa ile ilgili bölüme dikkat çekmek istiyoruz. Dış politika da zemin biraz daha geniş olduğu için ve de zemin çok kaypak olduğundan yanlışların kısmen izalesi mümkün ve söyleyenin fikir kimliğini her zaman ortaya koyucu değil. Ama iç politikaya sıra gelince herkesin eteklerindeki taşların dökülüşü ayan beyan görülüyor.

Bir zamanların kudretli teşkilatı  Aydınlar Ocağı. Rahmetli Üstad Necib Fazıl’ında hatırası olduğu bir ocak. Belki de  bu niyetle gitti Albayrak söyleşiye, bilemiyoruz.

Neyse.

Gelelim mevzuya. Aydınlar Ocağı Başkanı hangi vadilerin derinliğinde yaşadığını ifade eden şeyler söylemiş. Albayrak soruyor:

 “-Biraz da Anayasa çalışmalarından bahseder misiniz?              

-Türkiye’de yeni bir Anayasa ihtiyac bence yok.”

Haydaa…

Aydınlar Ocağı muhafazakâr bir ocak. Bu ülkede muhafazakâr bilinenlerin neler çektiği de ortada. Neden böyle diyor acaba? Belki de onların muhafaza ettikleriyle bizimkiler farklı da bizler sadece kelime benzerliğine aldanarak onları kendimiz gibi görüyoruz; olabilir mi? Mümkün.

 “-Niye yasa değişikliğine ihtiyaç yok’ diyorsunuz” diye soruyor Albayrak. Cevab şöyle:

 “Mutlaka Anayasada değişiklik yapmaya gerek yok, bütün yasalarda değişiklikler yapabilirsiniz. Anayasa da yapılmak istenen değişiklik Türkiye’nin ihtiyaçlarından doğan değişiklik değil.”

Enteresan… Yani bu millet 12 Eylül ihtilalcilerinin yaptığı Anayasadan memnun, değiştirilmesine gerek yok, demek istiyor ki, nev-i şahsına münhasır bir düşünce. Yoksa, toplumun sağı, solu, altı, üstü, ortası vs. herkes yeni anayasadan yana. Erkal, niye böyle diyor olabilir ki?

Devam edelim:

“Anayasa değişikliği Türkiye’ye verilmek istenen biçim dolayısıyla yapılmak istenen değişikliktir.” diyor Erkal ve niçin’ini şöyle izah ediyor:

“Tamamen Amerika’nın Ortadoğu planlamasına uygun bir devlet yapısına Türkiye’yi götürebilmek için anayasa merdiven olarak kullanılmaktadır.”

Anlaşıldı… ‘Antiemperyalist’ refleks, yani Ulusalcı tavır!

“Bu açıdan mı karşısınız” sorusuna verdiği cevab:

“Evet, bazı değişiklikler yapılabilir bu ayrı konu. 18 kere değişiklik yapılmış, yine de yapılabilir, ama konu başka. 12 Eylül anayasa halk oylamasında, çok yanlış bilmeden, anlamadan, anayasa değişikliğinin ne anlama geldiğini fark etmeden, vatandaş ezbere rey kullandı. % 60’la geçti. Hukuk devleti parti devletine dönüşüyor.”

Tuhaf… Muhafazakâr bir Ocak, muhafazakârlığı dolayısıyla, laiklerin, ulusalcıların, Kemalistlerin hışmına uğrayan bir partiyi devletleşmekle suçluyor… Şunu anlıyoruz; son zamanlarda liberal solun da katılımıyla bu düşünceyi dillendirenlerin etkisi olmuş demek. Erkal’ın ölçüsü de enteresan; “Hukuk devleti parti devletine dönüşüyor”… Böyle bir şey yok ama (doğrusu, olsun isteriz) katı Kemalist kaidelerin halkı cendereye aldığı böyle bir devleti, böyle bir bürokrasiyi hangi akılla parti devletine tercih ediyor. Anlayamadık.

İleride mevzu biraz daha açılıyor. Geleceğiz.

Albayrak diyor ki:

“Biz de referandum da ‘AKP ye hayır, referanduma evet” dedik.

Cevab:

 “Orada AKP’ye ve yanlışlarına evet anlamı da çıktı.”

Yani, AKP’ya çalıştın diyor… İslâmî ölçülerde pragmatizmin nasılına dair bir şeyler söyleyebilirdi Albayrak ama gerek duymamış. Fakat şöyle güzel bir soru sormuş:

 “CHP ve diğer statükocular bunun karşısında durdu. Burada bizim ‘hayır’ diyeceğimiz ne vardı?”

Cevab:

 “Hayır diyeceğimiz Amerika’nın Ortadoğu planlamasına yönelik yapılacak değişikliktir. O bir basamaktı.”

Evet, Albayrak da böylece ABD saflarına dahil edilmiş oluyor. “Şuurlu veya şuursuz ahmaklık ettin” demek istiyor herhal.

Albayrak esas meseleye gelebilmek için fırsat kolluyor anlaşılan ve bir yerden sahaya iniyor:

“Dışarıdan güdümlü anayasa değişikliğine, sosyal, hukukî değişikliğe bizde karşıyız. Kendi millî ve mânevî değerlerimizle anayasa yapmalıyız. Bu toprak Necib Fazıl, Salih Mirzabeyoğlu gibi mütefekkirler de yetiştirmiştir, fikriyat örgülemiştir, dışarıdan alacağımız bir şey yoktur. Türk hükümetleri de Büyük Ortadoğu Projesine de Amerika’nın istediği şekilde yer almamıştır veya alamamıştır. BOP tutmamıştır.”

Cevab:

“Ama süreç devam ediyor. Tutmadı demek zordur.”

İnsanın aklı hakikaten almıyor bu tür şeyleri. ABD’nin, AB’nin, İsrail’in hâl-i pür melâli ortada. Bunlar her geçen gün kan mı kazanıyorlar, kan mı kaybediyorlar. Hâlâ kan döküyor olduklarına bakıp kan kazanıyorlar demenin tutarlı bir tarafı olabilir mi?..

Adamlar nerelerden nerelere düştüler. Ortak menfaatler ayağına her zaman emreden ABD ve AB şimdi senin de hakkını vermek zorunda kalıyor. Yani çatır çatır alıyorsun. Bütün bunlar olmuyormuş gibi yaparak, efendim BOP, HOP, KOP deyip zıplamanın bir âlemi var mı? Şu veya bu arazlarla da olsa TREN KALKTI. Bundan sonrasını doğru hesablayarak enerji kaybını önlemeye çalışmalıyız. Ama, sanki hiç böyle bir durum yokmuş gibi eski teraneler… Hakikaten tuhaf. Aydınların başkanı!

Albayrak asıl meselenin özünü gösterebilmek için sondaja devam ediyor:

 “Evet başka bir şekilde devam ediyor. Burada BOP tutmadı, egemen güç tabiî Ortadoğu’yu bırakmak istemeyecektir, sömürmek isteyecektir. Biz buna karşı neler getiriyoruz, ne gibi bir örgütlenme getiriyoruz, ne gibi bir fikriyat getiriyoruz, ne gibi bir duruşumuz olacak.? Yetmiş yıllık rejimin gidişatıyla bunun olmayacağı belli. Bunun olmayacağını Amerika da gördü, bugün Ergenekoncular, Ulusalcılar da gördü. Burada yeni bir dizayn çabası var. Biz bu yeni dizayn etme çabasına karşı yeni fikirler ve ulus kavramını aşıcı ve yeni bir idealle; ‘Necib Fazıl’ın Büyük Doğu ideolojisiyle ortaya çıkalım’ diyoruz. Bu söylediklerim hakkında ne düşünüyorsunuz?”

Yani, bu rejim yıkılıyor, bunu görmeyen de yok. Biz Başyücelik Devleti İdealiyle geliyoruz, senin bu konudaki dünya görüşün ne, demek istiyor Albayrak. Ama aldığı cevab bize şunu hatırlattı. Hani doktor hastasının akıllanıp akıllanmadığı sınamak için soruyor; bir gemi kalkıyor limandan, gemidekiler ve limandakiler mendil sallıyor falan… Bu sana neyi hatırlatıyor?

Hasret, ayrılık, özlem gibi şeyleri söylemesini bekliyor hâliyle. Fakat adamımız başka âlemde; doktor, bugün sana anlattıklarımı iyi kavrayabildin değil mi, deyiveriyor.

İşte Erkal’ın cevabı:

 “O ideallerle ortaya çıkabilmemiz için bizim biz olarak kalmamız lazım. Türkiye yeni anayasayla bizim biz olmaktan uzaklaştırıldığımız bir sürece sokulmak isteniyor. Anayasanın ik üç maddesi, beş ve altıncı maddesi, onuncu maddesi, 66. Maddesi değiştirilmek isteniyor.

– Maddelere takılıp kalmayalım isterseniz…

– Maddelerin içeriği bizim için önemli.”

Anayasanın ilk üç maddesi malum. Herkesin fikri, bu maddeler değişmeli ki, anayasanın bütünü bir mânâ kazansın şeklinde. Ulusalcılar, laikler, Kemalistler değişmesin diye direniyor. Görüyoruz ki aydınlarımız(!) da direniyor… Geçelim.

Son soru ve son cevabın kısa bir tahlilini yaparak nakledelim.

Sondaj devam ediyor. Aydınımız ıslık çalarak gökyüzünü temaşada. Anlaşılır gibi değil.

Soru:

 “Mevcut statükoyla da Türkiye bunu yerine getiremez. Yapılan Kemalist devrimler de batıcı devrimlerdir ve bunlarla biz milli kimliğimizden zaten uzaklaştık. Bunlarla dar bir kalıptayız, aşamayız. Böyle giderse yine emperyalizmin dayattıklarına uyacağız. Bizim milli kültürümüz, ideolojimiz nerede? Bunlar üzerinde durmamız lazım. Yani batı perspektifinden kurtulmamız lazım; Ama nasıl?”

Hani bir “özlem” desin “hasret” desin “mendil sallamak”tan bahsetsin istiyor Albayrak çırpınırcasına… Cevab çok hoş(!) ve de gökyüzünü seyretme rahatlığı içinde şöyle:

“Anayasa konusunda da Aydınlar Ocağı on sayfalık bir ilkeler bütünü hazırladı. Özet olarak ne yapılması lazım, ne gibi bir değişiklikler yapılması lazım, hangi ilkelerin konulması lazım… Mesela anayasanın 6. Maddesiyle 90. Maddesi birbiriyle çelişkili, bunlar düzeltilebilir, ülke ihtiyaçlarına göre; ama niyet farklı. Türkiye’de Anayasa değişikliğinin gündeme getirilmesi Türkiye’nin ihtiyaçlarından değil, bunu yakalamak lazım. İşin özü bu. Amerikalılar nasıl bir anayasa hazırlansın diye bizimkilere rapor üzerine rapor veriyor.”

Söyleyecek bir şey yok; Benim oğlum binâ okur, döner döner yine okur.

http://www.furkandergisi.com/index.php/tr/medya-analiz/1417-basindan-notlar-v

Basından Notlar XXIV

          

ERGENEKON TUTUKLUSU ÖZDEN ÖRNEK’TEN ATATÜRK DERSİ 

Özden Örnek, Deniz Kuvvetleri eski Komutanı… Bizdeki hatırası şöyle; Kuzey Saha Deniz Komutanlığı döneminde yüz’e yakın subayı yedeğine alarak Furkan Dergisi’ne milyarlık tazminat davası açmıştı. Meğerse o dönemde “Balyoz” hadisesinin alt yapısını hazırlayanlar arasındaymış. Hatta uzun süre şu soru kafamızı kurcalamıştı; mevzu (Ergenekon) Örnek’in Günlükleri vesilesiyle patlamış olmasına rağmen herkes içeri alınırken Örnek neden dışarıda?.. Sırası geç gelmiş demek ki; şimdi içerde.

 

Tabiî meselemiz bu değil. Yani onun içerde olmasına seviniyor değiliz; bu mevzuya temas niyetiyle yazmadık bu satırları…

 

Hatta, tam tersi olarak Örnek’in örnek düşüncelerine temas etmek istiyoruz. Söylediklerinden anlaşılıyor ki, bütün hatalarına rağmen sağlam bir mantalitesi sözkonusu. Çocukça merasimlerin maskaralaştırdığı koca adamlara tahammül edemediği anlaşılıyor yazdıklarından. Şöyle diyor Taraf Gazetesi yazarı Alper Görmüş 17 Ocak 2012 tarihli yazısında:

“KUZEY KORE İLE PİŞTİ OLMAKTAN BİLE RAHATSIZLIK DUYMUYORLAR           

 Bu yeni kampanya ise sahici bir kampanya… Çünkü katılımcılar 19 Mayıs törenlerinin bu hizacı-istikametçi halinde hakikaten hiçbir sorun görmüyorlar; Türkiye’nin bu ‘oyun’da Kuzey Kore’yle ‘pişti’ olmasından bir rahatsızlık duymuyorlar… Dahası, törenleri bir dinin ritüelleri gibi algılıyorlar ve kaldırılması girişimini ‘inanca saygısızlık’ gibi algılıyorlar.                       

 

 ‘Sivil’ toplumdan gelen bu tepkilerle, eski Deniz Kuvvetleri Komutanı Özden Örnek’in günlüklerinde bu türden törenlere ilişkin yazdıklarını karşılaştırmanın anlamlı olduğunu düşündüm ve günlükleri bu gözle bir daha taradım..:

 

ATATÜRK’Ü BİR İDOL HALİNE GETİRMİŞİZ

 

’30 Ağustos 2004… Meslek hayatımda son kez üniforma ile katılacağım 30 Ağustos törenlerine iştirak ettim. Sabah 08:00’den gece yarısına kadar dur dinlenmesi olmayan bir tören zinciri. Yapımızda ve anlayışımızda düzeltmemiz gereken çok konu var. En başta Atatürk’ü bir idol haline getirmişiz. Kendisi bile ‘beni görmek önemli değil benim fikirlerimi anlamak önemlidir’ demişken, biz her yerde Atatürk’ü heykel, resim, poster olarak anmayı sanki onu anlamak ile eş tutuyoruz. Bu böyle devam edemez. Bir taraftan İslamiyetin günün şartlarını karşılamadığını ve reform geçirmesi gerektiğinden bahsederken, sanki Atatürkçülük ilelebed yaşayacakmış gibi davranıp ilkelerini tartışmaya dahi açmıyoruz. Tabii o zaman bu ilkeler bir yol gösterici olmaktan öteye, dogma haline geliyor. Sağ olsaydı herhalde en fazla kendisi bu durumu tenkit ederdi.’

 

‘Onuncu yıl için planlanandan farklı değil!’

 

’29 Ekim 2004… Bugünkü törenleri, şöyle sabahtan akşama kadar yaşadım. Hepsi onuncu yıl için olanlardan farklı değildi. O zaman devletin gücünün mesajını her köşeye dağıtmak ve birlik beraberlik gösterisi yapmak birinci amaçtı. Aradan seneler geçti. Amaç belki aynı ama yapılış şeklinin çok farklı olması gerekir, diye düşündüm. Bir tribünde saatlerce oturarak geçenleri seyretmek pek bir fikir vermiyor. Üstelik de bir başı bozukluğa şahit oluyorsunuz. Bir sürü şımarık ve umursamaz genç önünüzden geçiyor. Ne kadar ve nasıl bir mesaj verildiği şüpheli. Bu konuda biraz çalışmamız gerekli. Saatlerce konuşmalar, koca koca adamların sıraya girip el sıkmaları, artık modası geçmiş kutlamalar.

 

ATATÜRK’ÜN İKİDE BİR RAHATSIZ EDİLMESİNİN NE ANLAMI VAR

 

2 Ağustos 2000… Yüksek Askerî Şûra toplantısına ikinci defa giriyordum ama bu toplantı terfilerin konuşulacağı ilk toplantım idi.(…) Son gündem maddesini takiben sabah oturumuna son verilerek, Anıtkabir’i ziyaret’e gittik. Bu ziyaretin nedenini anlamak oldukça zor. Sorsanız size muhakkak bir Atatürkçülük dersi vereceklerdir ama ziyaretin anlamını izah edemeyeceklerdir. Atatürk’ün ikide bir rahatsız edilmesindeki sebepleri anlamak pek kolay değildir.”

 

Anlaşılıyor herhâlde!..

 

İlk ve Son din olan İslâm’a muarız olanların yobazlıklarının gereğindendir bu davranışlar… Allah Resulü’ne mukavemet ve muhalefet eden müşriklerin hâllerine kıyas ediniz yeter.

 

Özden Örnek’in bu dinozorlar panayırından kendini biraz olsun kurtarabilmiş olmasını da takdirle karşılıyoruz. İnşallah suçsuz bulunur da, yoluna bu istikamette devam eder. Muhalifimiz de olsa, takdir edilecek yönünü görmemezlikten gelemezdik.

 

PERİNÇEKGİLLER FAMİLYASINDAN BİR ZÂT-I MUHTEREM

Doğu Perinçek mâlum; Ergenekon Terör Örgütü elemanı iddiasıyla 4 senedir Silivri Cezaevinde; Allah ıslâh etsin ve kurtarsın!

 

Şimdi biliyorsunuz, Perinçekgillerin bir gazetesi var, Aydınlık. Acâyib ışık saçar! Bu sebeble zaman zaman müstefid olmaya çalışırım ve de, “Bana bir harf öğretenin kölesi olurum” buyuran Hazret-i Ali’nin (Kerremallahu Vech) bu hikmetli sözüne binaen kendilerine memnûniyetimi bildiririm. Öyle ya, bir harf değil binlerce hakikat(!) öğretiyorlar bize.

 

Size Perinçekgillerin son hakikat incilerinden birini takdim etmek istiyorum. İstifade edeceğinizden şübheniz olmasın. Ve de, unutmayın ki, bu kâbilden hakikat incilerini ancak ve ancak Aydınlık’ta bulabilirsiniz.

 

Osman Şahin, birazda şahinleşerek yazmış bu satırları, biraz da coşarak. Öyle ya bilinmedik hakikatler ifşa edilirken insan heyecanlanır, cûş-u hurûş’a gelir. Şahin de bu duygulara kapılarak yazmış.

 

Şöyle diyor:

 

“Yobazlar yıllardan beri sahnede.

 

Yine bakanlığın, ilköğretimi 4+4+4 üzerinden 12 yıla çıkarma girişimi, özünde eğitimi imam hatipleştirme, mollalaştırma, hızla din temeline kaydırma, sonunda da cemaatlere teslim etme programıdır. Atatürk’e ihanetin kağıda yazılmış şeklidir. Osmanlı’nın ‘Necip Millet’ diye yere göğe sığdıramadığı, altınlara, bol hediyelere boğduğu Mekke-Medine eşrafı, 1. Dünya Savaşı’nda haçlı casus Lawrens’in kıçına takılarak, ‘Osmanlı askerleri midelerinde Anadolu’ya altın kaçırıyorlar. Öldürün, altınlar sizin olsun!’ yalanlarına kanarak, cembiye bıçakları ile gördükleri askerlerin karınlarını deşenlerin toprakları ne zamandan beri ‘kutsal topraklar’ oluyor? Kutsal toprak, anayurdum Anadolu’dur.           

 

Eğitim Bakanlığı  ile Diyanet İşleri, milyonlarca öğrenciyi ‘Umre’ ziyareti’ bahanesiyle işte bu gerici ülkeye çağırıyorlar. Kimler zengin edilecektir? Yüreğinizdeki yönetim orada olduğu için mi?”(19 Ocak 2012) 

 

Yâ sayın okuyucular, gördünüz mü? Hayatınız da hiç bu kadar hakikatli satırlara denk geldiniz mi? Ne hikmetler var ki, onların âyân olması için “Aydınlık”lara ihtiyaç var. Kıymet bilin!

 

İşin esprisi bir yana, bu adamlardan Müslüman olarak antiemperyalist tavır umanlar var ve de bunlara “Mücahid” diyenler…

 

Ne kadar garib değil mi? Her şey ne kadar alt-üst olmuş!

 

Hakikat şu ki, biz bu familyayı okurken keyif alıyoruz. Mâlum, Nasreddin Hoca Hazretlerimiz’in fıkraları anlatıla anlatıla tükendi. Vesileyle Aydınlık’çılardan istifade ediyoruz… Şaka yapmıyoruz, gerçek!

 

PERİNÇEK’İ İBDA-C ÇARPTI

Dedik ya, her şey ne kadar tuhaflaştı. Hani at izi-it izi meselesi.

 

Perinçek’e mücahid diyen bir grup genç ne hikmettir ki, İbda-c üyeliğinden yargılanmışlardı, kimi ceza aldı, kimi almadı, diye biliyoruz…

 

İbda’da kahir ekseriyet Perinçek’i ululamasa da, hadisenin piyasaya yayılış şekli böyle oldu; yani, İbda, Perinçek’i ululuyor…

 

Tabiî yok böyle bir şey.

 

İşin garibi şu, Perincek’in Aydınlık’ı her Allah’ın günü İbda’ya sataşa sataşa bir hâl oldu. Anayasa Mahkemesi Başkan’ı Haşim Kılıç’ın bir zamanlar Salih Mirzabeyoğlu’nun (İbda-c Lideri diye tutuklanıp idama mahkûm edildi) çıkardığı Gölge isimli derginin Ankara temsilciliğini yapmış olması iddiası üzerinden habire, “Terör Örgütü İbda-c’nin Lideri Salih Mirzabeyoğlu’nun Gölge Dergisi”deyip duruyor.

 

Kendisi Ergenekon Terör Örgütü iddiasıyla yargılandığına bakmadan söylenip duruyor Perinçek. Ve şimdilerde yargılandığı mahkemelerde kendisi için karar veren hâkimlerin aynı kanun maddelerine dayanarak Salih Mirzabeyoğlu’na idam verdiğini unutarak, hâkimleri, mahkemeleri suçluyor. Madem suçlular, aynı şekilde Mirzabeyoğlu’na karşı da suç işlemişler, yok yere kendisini İbda-c terör örgütü lideri olarak cezalandırmışlardı; öyleyse ikide bir, “Salih Mirzabeyoğlu’nun Gölge Dergisi” deyip çırpınmanın âlemi ne?

 

Daha da hoş olan şu; Mirzabeyoğlu’na ceza veren zamanın DGM hâkimi Metin Çetinbaş Yeni Akit Gazetesi’ne bu davada yanlışlık yapmış olacağını da itiraf ediyor. Ve de bu Çetinbaş şimdilerde Ergenekon Terör Örgütü mensublarının avukatlığını yapıyor… İyi mi?

 

Gelelim mevzuya.

 

Gün aşırı, vakitli vakitsiz “İbda-c” diye sayıklayan Perincek’i İbda-c çarptı! Hani tasavvufta şöyle bir hakikat vardır; gafletle yapılan zikir kalbi karartır. Perinçek de böyle; şuurunda olmadan çektiği “İbda Zikri” kendisini çarpıverdi. Haberi 18 Ocak tarihli kendi gazetelerinden okuyalım:

 

“Haşim Kılıç’ın İBDA-C ilişkisini açıkladı, ceza aldı. Mahkeme, Perinçek’in ‘Anayasa Mahkemesi Başkanı söylemez çünkü İBDA-C’nin dergisinde Ankara temsilciği yaptı Haşim Kılıç’ sözlerine hakaret iddiasıyla 1 yıl 9 ay hapis cezası verdi.”

 

Birde işin şu tarafı var, Perinçek’in girip çıkmadığı örgüt yok. Apo’yla yanyana resimlerine bakarak hâkimler şöyle demeliydi aslında; bu adam terör örgütü lideriyle yan yana poz vermiş, dağlarda beraber volta atmış, bu sebeble parti kurması yasaktır, İP’in derhal kapatılmasına…

 

Öyle ya, madem Haşim Kılıç Salih Mirzabeyoğlu’nun Gölge Dergisi’nin Ankara temsilciliğini yaptığı için Anayasa Mahkemesine başkan olamaz, o hâlde Perinçek de parti kuramaz…

 

Demek hâkimler her şeye rağmen yine de Perinçek’e torpil geçiyorlar. Kıymet bilip nankörlük etmemeli; değil mi?

 

Bir de şu:

 

2007 yılında Furkan Dergisi’nin eski İstihbarat Daire Başkanı Bülent Orakoğlu’yla yaptığı bir röportajı var. Bir soruyu cevablarken Orakoğlu şöyle diyor:

 

“Perinçek’i çözmek, Türkiye’nin siyasi Tarihini çözmekle eşdeğer. Perinçek, 1970’li yıllarda TSK içine sızdı. En yakın arkadaşı Gün Zileli bunları anlattı. Perinçek’in TSK’daki hem Şafak grubu, hem Kara Kuvvetlerindeki grubu ortaya çıkartıldı. Perinçek bunlarla ilgili olarak yargılandı. Ona bağlı subaylar işten el çektirildiler. Yalnız, Perinçek grubuna dahil olup hâlen göreve devam eden, bilhassa 28 Şubat sürecinde bir iki kişi var. Perinçek hâlen, ‘ben TSK istihbaratından bilgi alıyorum’ diyebiliyor.”

 

Dahası:

 

Perinçek, iddianamelerdeki tapelere geçen konuşmalara göre (Doç. Ümit Sayın’la Perinçek’in en yakın adamının konuşmaları) İngiliz Mason locasına bağlı üst düzey bir mason’dur… Ee, bu işler böyle yürür… Sen, Perincek’i kullanırım diyerek elini uzatırsan kolun gider, onu “Mücahid” mertebesine çıkarırsın.

 

O da, had-hudut bilmeden ikide bir İrfan Sultanı Salih Mirzabeyoğlu’na saldırırsa çarpılır.

 

Üst düzey masonlardan bir müddet daha fıkra dinlemeye devam edeceğiz gibi görünüyor… Hayırlısı.

 

Samimi duygularımızı öğrenmek ister misiniz? Kâinatın Efendisi’ne salt akılla (kuru akıl) bakarak, “Büyük Devrimci M……” diyen Perinçek’in, İslâm’ı Zâhir ve Bâtın yönüyle inceleyip Hakk’a teslim olmasını arzu ederiz. Aksi, dünyada yorulmak, Ahirette …

 

Hayata gelişin gayesi sadece vicdanla açıklanmaya kalkılırsa boş emek… Nisbet Allah’a ve Resulü’ne olursa hayat mânâ kazanır, çekilen emekler asla boşa gitmez… Perinçek ölecek, inancına göre cennet yok cehennem yok, dolayısıyla Ergenekon’dan kendisini yargılayanlardan hesab soramayacak. Öldü, ne yapabilir? Kabir’de onlardan hesab soracak Münker-Nekir de yok! Demek ki, zulmedenler (etmişlerse) kârda. Böyle mantık olur mu?

 

Hazret-i Ömer’in dediği gibi; Cennet Cehennem yoksa ben bir şey kaybetmem; ya varsa senin hâlin ne olur?..

Dileğimizdir; Perinçek ve âvânesi hizaya (iman) gelsinler. Çakal Carlos da kendileri gibi Marksistti. Şimdiki halini temaşa ederek yön bulsunlar, doğru yolu tayin etsinler.

Samimi duygularımız bunlardır.

http://www.furkandergisi.com/index.php/tr/medya-analiz/1415-basindan-notlar-xxiv

Sadettin Ustaosmanoğlu: Cinayetlerin Temelinde Çeteler ve Patrikhane Var!

Furkan Dergisi Genel Yayın Yönetmeni Sadeddin Ustaosmanoğlu, İsmailağa Camii içerisinde işlenen Hızır ali Muradoğlu ve Bayram Ali Öztürk Hocaların öldürülmelerinin temelinde “patrikhane ve onlara hizmet eden gizli servisler”in olduğunu 2006 yılında kamuoyuna duyurmuştu..